29 Nisan 2016 Cuma

Underground Film İncelemesi

Saygıdeğer Berkay'ın Yeri okurları yeni yine yeniden bir film incelemesi ile karşınızdayım. Bu yazımda Emir Kusturica'nın Altın Palmiye ödüllü filmi Underground'u inceleyeceğim. Bu filmi seçmemin nedenleri kısaca ödül almış olması,balkan insanlarını ve kültürünü sevmem olarak özetlenebilir. Filmin uzunluğu yaklaşık 3 saat fakat akıcılığı güzel bir seviyede olduğu için çok büyük bir problem olmuyor. Benim uzun bir film izlerken yaşadığım en büyük problem sürekli bir yerde sabit bir şekilde oturuyor olmak. Fiziksel olarak yorucu bir durum olabiliyor film izlemek bu yüzden. Neyse lafı gereksiz yere uzatmadan filmden benim gözüme çarpan noktaları inceleyelim

Öncelikle filmin müzikleri inanılmaz neşeli ve balkan insanının ruhunu yansıtıyor. Ben zaten oldum olası "çigan" kültürünü seven biri olduğum için Balkan ezgilerini dinlemek çok hoşuma gidiyor. Dünyanın her yerinde bu kültüre ait izler görebiliriz. İspanya'da ki flamenko kültürü veya Romanları örnek gösterebiliriz. Bu insanların yaptıkları müzikler hep bir samimiyet ve doğallık içeriyor bana kalırsa. Bu doğallık da filmi daha samimi ve sıcak bir hale getiriyor. Filmin görüntülerinde hep bir puslu hava var. Aynı puslu hava Tony Gatlif'in filmlerinde de var ve bence Emir Kusturica ve Tony Gatlif'in filmlerinde bir çok benzer öge kullanıyorlar. Emir Kusturica'nın izleyeceğim filmlerinin arasında Time of the Gypsies var ve büyük ihtimalle o film bu ögelereden çok daha fazla içeriyordur diye düşünüyorum. Yeri gelmişken Tony Gatlif'in flamenko müziği merkezine aldığı Vengo filmini ve Swing filmini izlemenizi kesinlikle öneririm. Bu filmleri izlediğiniz zaman ne dediğimi çok daha iyi anlayacaksınız.

Film aslında iki yakın arkadaş üzerinden milletlerin birbirinden nasıl uzaklaştığını ve savaşların çıkma sebeplerinin ne olduğunu inceliyor. Almanya'nın Yugoslavya'yı bombalaması sonucu yer altına giren Blacky filmin sonunda kendini en yakın arkadaşı Marko'yla farklı cephelerde buluyor. Farkı cephelerde olmalarının sebebi de Yugoslavya'nın dağılmış olması. Yerin üstündeki yaşam hep yalanlarla ayrılıklarla ve aldatmayla dolu. İnsanlar hep bir rekabet peşinde. Yeraltında kalan insanlar dünyadaki bu olayların hiç birinden etilenmiyorlar ve farklı bir yaşamları var. Yealtında yaşayan insanlar küçük bir Yugoslavya sayılabilirler. Aynı çok ulusluluk yapısı oradaki insanlarda da var. Fakat kavga etmeleri savaşmaları için gereken nedenler yerin üst tarafındaki aldatmacayla dolu dünya tarafından sağlanıyor. Yer üstündeki dünyada filmler , tarihi bilgiler hep bu anlayışa hizmet ediyor. Filmin içinde çekilen filmi abartılı bir milliyetçilikle çekilmiş Çanakkale filmlerine benzetebiliriz. Aynı şekilde Marko'nun işine geldiği için Blacky'i ölü bir kahraman olarak tanıtması da tarihi çarpıtmak olarak nitelendirilebilir. Filmde Marko'nun " A war is no war until the brother kills his brother." repliği tüm dediklerimi doğrular bir nitelik taşıyor. Filmin sonunda bütün karakterler öldüğü zaman bütün insanlar çok keyifli bir şekilde eğlendikleri bir sahne görüyoruz. Ölümü bir barış ve huzur olarak yorumladığını düşünüyorum Emir Kusturica'nın. İnsanlar öldükten sonra eşit bir konuma gelirler ve aynılaşırlar. İnsanları birbirinden ayırmaya söylemler de yardımcı olur. Blacky film boyunca sevmediği herkesi faşist ilan edip ayrıştırıcı bir dil kullanıyor. Aynısını bütün siyasi fraksiyonlar günümüzde birbirine yapıyor. Eğer onlardan değilseniz kesinlikle bir faşistsiniz.

Film hakkında daha fazla konuşabilmek için tarih bilgisi de gerekiyor biraz o yüzden çok derin bir incleme yazamadım. Fakat filmi mutlaka izleyin. Komik ve mesajlarla dolu bir film. Ben izlerken eğlendim. İnceleme hakkında yorumlarınızı ve sizin film hakkındaki düşüncelerinizi öğrenmek isterim.  Başka bir incelemede tekrar karşılaşmak üzere...

24 Nisan 2016 Pazar

The Seventh Seal Film İncelemesi

"Yedinci Mühür, serbestçe kullanılmış ortaçağ malzemeleriyle sunulan modern bir şiirdir. Filmimde Şovalye, bugünün askerinin savaştan dönmesi gibi, Haçlı Seferi'nden dönüyor. Orta Çağda insanlar vebadan ölesiye korkarlardı. Bugün de atom bombası korkusuyla yaşıyorlar. Film, teması hayli basit bir allegoridir: İnsan, onun ebedi Tanrı arayışı, ve tek mutlaklık olarak ölüm."
- Ingmar Bergman

Merhaba sayın takipçilerim bu incelememde ünlü yönetmen Bergman'ın varoluşçuluk üzerine çektiği filmlerin ilki olan The Seventh Seal'i inceleyeceğim. Filmi ilk izleyişim üzerinden biraz zaman geçtiği için bu yazıyı yazarken bir yandan filmi izliyor olacağım. Bu tarz filmleri incelemek de kolay bir iş değil fakat elimden geldiğince anladığım şeyleri size aktarmaya çalışacağım.


Film İncil'den bir alıntı ile başlıyor : ‘’Ve kuzu yedinci mührü açınca göğü bir sessizlik bürüdü. Bu yarım saat kadar sürdü ve yedi melek ellerindeki yedi borazanı çalmaya hazırlandı.’’ Okuduğum yazılara göre yarım saat sessizlik tanrının ortadan yok olması olarak nitelendirilebilirmiş. Antonius Block tanrı adına onca yıl savaştıktan sonra geri dönüyor. Fakat kafasında bir sürü soru işareti var. Tanrı'nın varlığı kafasında bir soru işareti. Fakat tek gerçek var o da ölüm. Belki de hayatı veya varlığımız üzerine olan arayışımızı ölümle satranç oynamak olarak nitelendirebiliriz. Fakat bu oyunun kazananı çoktan bellidir. Oyunda hile yapmak ,oyundan kaçmak mümkün değildir. Doğduğumuz günden itibaren bu oyunu oynamak zorundayız. Önemli olan oyunu zekice oynamaya çalışmaktır. Bu oyun bizi mutlu etmek zorunda değil ama varoluşa dair cevaplar bulmamızı sağlayacak tek araç. Fakat eğer şovalyenin aksine bu oyunu oynamaktan korkarsanız cevapları bulmak yerine kendinizi sizi mutlu eden cevaplara yönlendirirsiniz. Bu da din üzerinden anlamlandırılmış bir varoluştur ilk akla gelen şekliyle. İşte bu yüzden veba bile tanrının bir cezası olarak olarak görülüyor filmde. Korku ve bilinmezlik dinlerin kendilerini yaymak için kullandığı en kolay ve etkili yöntemlerdir. İnsanlar vebanın çözüm bulunabilecek bir hastalık ve sadece bir hastalık olduğunu ,kutsal bir tarafının olmadığını anlasa bunun üzerinden bir korkuya kapılmak mümkün olamaz.

Tanrının olmadığı bir yaşam anlamsız mıdır? Bana kalırsa varoluşumuz birkaç yüce amaca dayanmıyor ama insanlara aksini düşünmek mutluluk veriyor. Fakat bence yapmamız gereken şey anın tadını çıkarmak ve mutlu olmak. Belki mutlu olmak yerine başarmak da diyebiliriz. Hayatta bazı hedefler koyup onları başarmak ve kendimizi bu ölçüde tatmin etmek. İşte o zaman gerçekten yaşamış oluyoruz. Zaten bir gün öleceğiz yaşamanın anlamı nedir diye sormak süreci çöpe atıp hayatını heba etmek anlamına geliyor. Eğer hayatımızda ulvi bir amaç yoksa belki de daha basit gözüken ,sanatla uğraşmak ve iyi insan olmaya çalışmak gibi şeyleri hayatımızın merkezine koymamız bizim varoluşumuzu anlamlandıracak şeyler olabilirler. Nazım Hikmet'in Yaşamaya Dair adlı şiirindeki gibi ("Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, yaşamak yanı ağır bastığından.")yaptığımız zaman aslında gerçekten yaşamak denen şeyi başarabildiğimize inanıyorum.

Hiç bir din durduk yere yayılmaz. Aslında tarihteki hiç bir savaş hiç bir önemli olay sadece belirli bir sebepten dolayı çıkmamıştır. Haçlı savaşları da her ne kadar din adına çıkarılmış bir savaş gibi görünse de ekonomik ve politik çıkarlar belki de çok daha önde gelmektedir aslında. Filmin 30. dakikası sırasında kendini gösteren ilahiyat fakültesi mezunu kişi kendi geçimini ölü soyarak kazanıyor. Aslında bence buradaki gönderme din adamlarının ölümler , savaşlar üzerinden para kazanıyor olması. Tarihin hiç bir anında din sadece din için yapılmamaktadır bu çok aşikar. Türkiye'de Diyanet'in bütçesine, bindikleri arabalara yaşadıkları lükslere bakınca bunun zamanımıza kadar değişmeyen bir durum olduğunu görüyoruz. Buradan çıkarabileceğimiz sonuçlardan biri ölüm gibi aynı zamanda para da bir gerçektir. Filmin ilerleyen anlarında (55. dakika civarı) Şovalye inancın ona elle tutulur bir gerçeklik sunmadığından dolayı taşıması zor bir şey olduğundan bahsediyor. Sonrasında ise benim önceki paragrafta bahsettiğim hayatta yaşadığı şeylerden zevk almaya başlıyor ve hayatının değerini biliyor. Hokkabaz arkadaşlarıyla sohbeti, yediği çilekleri ,içtiği sütü bir mutluluk kaynağı olarak görmeye başlıyor. Bütün o yaşadığı deneyimlerin hepsi gerçek ve mutluluk verici şeyler. Ölümün "Niye mutlusun?" sorusuna " O da benim sırrım" diye cevap veriyor. İşte o sır hayattaki o andan zevk almak ve gerçeklerden haz almaktır aslında.


1:13 civarı şövalyenin aklına tanrıyı bulmak için başka bir yöntem geliyor. Bu yöntem şeytanın ele geçirdiğine kesin gözüyle bakılan kadının yardımıyla şeytanı görmek ve onun üzerinden tanrının olabileceğine dair somut bir delil elde etmek. Sonuçta iyilik denen şey kötülükle var olabildiği gibi tanrının varlığı da onun varlığından doğan şeytan ve melekler gibi ögelerin varlığıyla da bağlantılıdır. Genelde inançlı insanların sundukları kanıtlar aslında somut kanıtlar değildir. Buna örnek olarak evrenin "mükemmel" düzeni, insanın "mükemmel " anatomisi , kurandaki "kusursuzluk" gibi bir çok objektif kanıt gösterilebilir. Gösterilen kanıtların bir kısmı da kulaktan kulağa dolaşan mucizelere dayanır fakat nedense bu mucizeleri kimse kendi gözleriyle görmemiştir. Bu sebeplerden dolayı insan gerçekten inancından ve yaşadıklarından emin olmak için gerçek ve somut şeyleri aramaya başladığında aslında hayatı daha anlamlı olur. En azından mutlu olmak için kendini kandırmamış olur. Ölüm sorar " Sorularından vazgeçmeyecek misin?" ve cevap hayırdır. Sorulara cevap almak önemli değildir. Bu sorulara kendimizi mutlu edecek değil gerçek cevaplar bulmaktır aslında önemli olan. Bu eksende sorulara cevap bulamadığımız bir durumu kabul etmek bir problem değildir. Sorular başka soruları doğurur ve tüm bunlar hayatımızı daha anlaşılır kılar. Cevabı aramayı bıraktığımız an sadece saf bir mutluluk arayışında olan Jof ve Mia gibi oluruz. Jof ve Mia çocukla beraber filmin sonunda hiç bir şey olmamış gibi mutlular . Bunun nedeni bütün bu arayışın ve soruların aslında biraz hayalperest olan Jof'un kafasından uydurulan problemler olduğunu düşünüyorlar. Bu yüzden kafalarına varoluşlarına dair sorular getirmek yerine varoluşlarından elde ettikleri mutluluğu yaşamayı seçiyorlar. Bu iki karakter dışındaki diğer 7 karakter ( 7 melekle bağlantılı olabilir) filmin sonunda ölümle dans ediyor.

Yazarken benim için yararlı bir inceleme olduğunu hissettim. Filmi daha iyi anladığımı söyleyebilirim. Umarım aynısı siz bu yazıyı okuduktan sonra da olur. Değerli yorumlarınızı esirgemeyin. Bu yazı dışında http://decentfilms.com/reviews/seventhseal burdaki incelemeyi de okumanızı öneririm.


22 Nisan 2016 Cuma

Mustang Film İncelemesi ve Türkiye'deki Kadın Problemi Hakkında

Merhaba bu incelememde Gençlik Filmleri Festivali sayesinde haberdar olduğu başka bir film olan Mustang'i incelemeye çalışacağım. Öncelikle film oldukça akıcı ,sade ve net bir anlatıma sahip. Film boyunca yer yer alt metinler ve alt sesler bulunmakta. Yönetmen filmin anlattığı şeyleri izleyiciye dolandırmadan anlatmış ve yormamış ya da bu problem bizim o kadar hayatımızın içindeki biz bu metaforları anlamakta maalesef çok iyi bir iş çıkarıyoruz.

Filmde gördüğümüz kareler inanılmaz bir doğallıkta yaratmış. Bu doğallık , kızların çocuklarının saflığı ve doğal ortamın güzelliği birleşince görsel açıdan güzel bir film oluşmuş aynı zamanda. Filmde kullanılan müzikler hiç bir zaman hikayenin önüne geçmemiş ve hikayenin akışıyla paralel bir şekilde ilerlemiş. Bunlardan da bahsettikten sonra filmin asıl meselelerinden bahsedelim.

Bu film kadınların problemlerini kadınların ve kadın bir yönetmenin gözünden inceliyor. Filmdeki 5 kızın yaşadığı ev aslında Türkiye'nin küçük bir temsili niteliğinde. Biz kadınlarmıza her gün yeni bir engel koyuyoruz. Onların özgürlüğünü her gün biraz daha kısıtlıyoruz. Filmde de çokça Tayyip Erdoğan ve Bülent Arınç'ın feminizim ve kadının iffeti temalı konuşmalarını dinliyoruz. Toplumda kadına bakış her gün bu insanların da katkılarıyla daha kötü bir yöne evriliyor. Kaldı ki bu ataerkil toplum yapısının en önemli destekçilerinden biri de babanneler , anneler. Geçen gün ablası sevgilisiyle buluştuğu için onu döven bir çocuk videosu gördüm ve dehşete kapıldım. O video aslında çok küçük bir örnek bütün bu problemleri anlatmak için. 

Kadınları bekaretleri üzerinden değerlendirmek gibi iğrençlikleri görüyoruz ve bu durum filmde yaşı en büyük olan kardeşi anal seks yapmaya götürüyor. Aslında çarpık bir cinsellik anlayışı diyebiliriz buna. Anal seks yapıyım ama kendimi kocama saklıyor gibi görüneyim anlayışı maalesef sadece kırsalda değil her yerde var . Bu düşünce yapısının oluşmasının tek sebebi gerdek gecesi sonrası dışarıda kanlı çarşafı bekleyen zihniyetin ta kendisidir. Lakin sakın Anadolu insanına laf söylemeyin onlar çok namuslu insanlardır.  Hiç bir zaman akrabalarına tecavüz etmezler. Hepsi birer ahlak bekçisidir. Bu kadar çok "bok rengi" giyinen kadın ahlak bekçisinin bulunduğu bir yerde ahlaksızlık yapmak mümkün değildir zaten. Aynı zamanda Anadolu erkeği de erkektir hani. Düğün geldiği zaman silahını kullanmaktan çekinmez. Kadınını yola getirmekten çekinmez. Maçını izler , rakısını içer ve işine gidip parasını kazanır. Anadolu'da kadınla erkeğin yıllar yıllar önceden belirlenmiştir. Bu yüzden kimsenin kafası karışık değildir. Karışıklık çıkması böylelikle öğrenilmiştir. Kadın dediğin yemek yapmakta usta olacak çok güzel mantı yapacak ve kocasını doyuracak. Kocası seks istediğinde yatağa uzanacak işini yapacak. Zamanı geldiğinde çocuğunun da onun geçtiği bütün evrelerden geçmesi için elinden geleni ardına koymayacak. Erkeklerin ilgi duyduğu şeylere ilgi duyması mümkün değil bu kadınların. Erkeklerin ilgi duydukları vücut bölümlerini de kapatmak zorundadırlar. Herkes rolünü ve oynaması gereken metni bildikten sonra Anadolu'da ne erkek üzülür ne kadın. 

Kadınlar okumasa da olur. Sonuçta ihtiyaçları yok. Öğretmen olup kendi ayakları üzerinde duracaklar da ne olacak. Kadınlar sonuçta zamanı gelince seks ,yemek ve çocuk yapan makinelerdir. Bu makinelerin özelliklerinden biri çok kolay bozulabilmeleri. Kahkaha atmak, sakız çiğnemek , deve güreşi oynamak  kadınların devrelerini bozabilir. Eğer kadınların devrelerinin bozulduğundan emin değilsek onları makine kontrolcüleri olan jinekologlara götürüp durumlarını anlayabiliriz. Makinelerin erkeklerle eşleştirilme zamanları vardır. Makinelerin özgür iradeleri olması zaten beklenemez. Makinelerin alıcıları da çok seçici davranamaz. Sonuçta Makinelerin yaptığı görevler birbirinden çok da farklı değildir.

Özetle film kadın problemlerini çok net ve sade bir şekilde gözümüze sokuyor. Filmde gezi parkına ve Türk siyasetçilerin cinsiyetçi konuşmalarına göndermeler bulunuyor. İzlenilmesi gereken bir film olduğunu düşünüyorum. Umarım gelecekte kadınlar bir Mustang gibi özgürce hayatlarını yaşayabilecek duruma gelirler ve zincirlerini kırmayı başarabilirler. Yönetmen Deniz Gamze Ergüven'e de böyle güzel bir film için kendi adıma teşekkür ediyorum. Bir sonraki incelemede görüşmek dileğiyle...

19 Nisan 2016 Salı

Abluka Film İncelemesi ve Gençlik Filmleri Festivali



Kolektif Sinema'nın düzenlediği Uluslararası Gençlik Filmleri Festivali kapsamında ODTÜ'de gerçekleştirilen Abluka filminin gösterimine katıldım. Öncelikle bu filmi internet üzerinden izlemeniz şu an için mümkün değil. Bu yüzden festivalin okuluma gelmesi benim için ayrı bir şans oldu. Abluka filminin yönetmeni daha önce Tepenin Ardında adında başarılı başka bir film daha çekmiş , izlenecek filmler listeme onu da ekledim. Fakat öncelikle izleyeceğim filmlerin başında yine bir Türk yönetmenin yaptığı Mustang geliyor. Mustang de GFF tarafından öğrendiğim ve Cannes film festivalinde Europa Cinema Label ödülünü kazanmış bir film. GFF kapsamında izlemeyi düşündüğüm diğer bir film ise Sarmaşık. Aynı şekilde ilerleyen günlerde Sarmaşık üzerine bir inceleme yazmayı düşünebilirim. Benim gibi film sever gençlere böyle güzel filmleri bedava ,sponsorsuz ve reklamsız bir şekilde ulaştıran Kolektif Sinema'ya da teşekkür ediyorum ayrıca. Çok uzatmadan film hakkındaki düşüncelerime geçiyorum.


Film öncelikle görsel olarak çok karanlık ve aydınlık
sahneler içeriyordu. Karanlık ve kasvetli sahneleri bence açıkça Abluka'nın mahalle üzerinde yarattığı korkuyu ve baskıyı vurgulamak için kullanmış. Karanlık sahnelerden köpek avlama sahnelerine ve gökyüzünün aydınlığına geçince izleyen herkeste ister istemez gözün ışığı ayarlama problemi oluşuyor. Ben yönetmenin bu etkiyi bilerek yaptığını düşünüyorum. Karakterlerle birlikte biz de mahallenin kasvetli gecelerinden umutsuz sabahlarına ister istemez geçiyoruz. Bu ne bizi ne de karakterleri iyi hissettirmiyor.

Filmin müziklerinden çok filmin sesleri insanı etkisi altına alıyor bence bu filmde. Filmdeki bu gergin ortamı sürdürebilmek için tenceredeki yemeğin kaynama sesinden, köpek havlamasına ; köpek havlamasından ,Ali'nin evindeki zilin sesine bir çok ses sürekli patlayan veya patlamış olan bir bombanın verdiği gerilimi bizlere aktarıyor. Filmi izlerken bu seslerden etkilenmemek elde değil bence ve bu da kasıtlı yapılan bir şey bence. Bu durum bizim sinirlerimizi de bozduğu gibi kendini yeni köpeği hariç her şeyden soyutlayan Ali'nin de delirmesine yol açıyor. Kadir bir rutin şeklinde gidip uzun uzun Ali'nin evinin zilini çalarak bu delirmeye yol açıyor. Tabii ki delirmesinin sebebi zilin çalması değil ama hissettiği duyguları tetikleyen bir durum olduğu kesin.

Filmde insanlar ve köpekler arasında analojiler bulunuyor. Film boyunca toplumuğun sağlığını korumak adına (çünkü insanların köpek eti yememesi lazım) Ali ve ekibi köpekleri tek tek öldürerek mahalledeki başıboş köpekleri yok etmeye çalışıyorlar. Aslında köpek etinin satışını durdurmak için en sağlıklı yöntem olmadığı kesin ama en kısa yöntem olduğu da aşikar. Bu köpek öldürmeleri de basına kesinlikle yansıtılmıyor. Basına yansıtılan ise köpeklerin uyuşturulup barınaklara gönderildiği. Bugün Türkiye'nin doğusunda yaşanan çatışmalarla birebir aynı durum. Doğuyu ablukaya alıp ,tahrip edip sanki hiç bir şey yokmuş ve sivil halk zarar görmüyormuş gibi medya kuruluşları üzerinden bir meşruiyet yaratılıyor. Kimse de bu haberlerin pompalanmasından şüphelenme gereği duymuyor. Neden duysunlar ki onlar terörle yani köpek eti satımıyla savaşmıyorlar mı? O zaman tüm köpeklere ölüm. Sokak köpekleri sahipsizdir. Ölmelerine kimse üzülmez. Kimse itiraz etmez. Aynı şekilde eğer filmdeki gibi bombalar patlıyorsa şehrin dört bir yanında kimse sizin bir mahalleyi abluka altına alıp oradaki hayatı bitirmenize itiraz etmez. Filmdeki medyanın sürekli devlet taraflı haberler yapıyor olmasına bir örnek de Ali öldürüldüğü zaman adının terörist olarak lanse edilmesi. Halbuki aslında Ali'nin öldürülme sebebi olan polislere silah doğrultmasının tek sebebi onun sahiplendiği köpeğin elinden alınacağını ve işini kaybedeceğini düşünmesi. Ali'nin hayatı da bir sokak köpeği kadar değersiz.

Kadir karakteri ajan olarak gönderilse de mahalleye mahalledeki bütün olaylara seyirci kalıyor sadece. Detayların ve ayrıntıların arasında kaybolmak . Mahallenin ,ülkenin içinde bulunduğu ortamdan ve hapse geri dönme korkusundan dolayı sürekli bir baskı içinde hissediyor kendini. Kadir kendini etrafındaki bütün problemleri çözmeye odaklıyor fakat ne istediyse tam tersi oluyor. En yakın olduğunu düşündüğü insanlar terörist çıkıyor. Kardeşi suçsuz yere öldürülüyor. Bunların üstüne devletin görevlilerinden azar işitiyor ve dayak yiyor. Fakat hiç bir şekilde sesini çıkaramıyor. Kadir karakteri de aslında burada bana kalırsa ülkedeki bu atmosferden etkilenen fakat seyirci olmak dışında elinden gelen bir şey olmayan tüm insanların bir temsili olabilir. Başka yorumlar da getirilebilir.

Özetle film sosyal mesaj taşıyan , izleyenleri ürperten ve etkileyici bir film. İmkan bulduğunuz bir anda izlemenizi kesinlikle öneririm. Bir sonraki yazımda görüşmek üzere :)

Not: Fotoğrafların bir kısmını okulda kendim çektim.

17 Nisan 2016 Pazar

Eyes Wide Shut Film İncelemesi

Son 1-2 ayda yaklaşık 5-6 tane Stanley Kubrick filmi izledim. İzlediğim hiçbir filmi beni Eyes Wide Shut kadar etkilemedi. Farkındayım film eleştirmenliği yapmak basit bir iş değil. Özellikle de Kubrick gibi usta yönetmenleri eleştirmek, onların anlattığı şeyleri anlamaya çalışmak ve yorumlamak aynı şekilde ustalık gerektiriyor. Bu yüzden Shining üzerine bir eleştiriyi filmi izlediğim halde yazmadım. Fakat Eyes Wide Shut beni inanılmaz sürükledi ve bende uyandırdığı duyguları sizinle paylaşmak istiyorum.

Öncelikle filmin kamera çekimlerinden bahsetmek istiyorum. Film boyunca kesik kesik sahnelerden çok sürekli bir takipçi kamera gördüm. Tekniğin ne olduğunu anlamak için eğer izlediyseniz The Revenant'ın savaş sahnelerini aklınıza getirebilirsiniz. Kamera oyuncuyla beraber ilerledikçe ben de o sahnenin içinde ilerliyormuşçasına izliyorum filmi. Kameranın kullanımı gerçekten inanılmaz değiştiriyor hikayenin izleyiciye aktarılışını. Özellikle Alice'in William'a , subaya duyduğu cinsel çekimi anlattığı ve gülmeye başladığı sahne var. Tam o sırada ekranın hareketi Alice'in vücut diliyle inanılmaz bir uyumdaydı. Filmin kareleri de muhteşem partiden tutun ayin sahnesine. Gerçekten görsel bir şölen var filmin içinde. Ayin sahnesinde maskelerin gizeminden ve korkunçluğundan etkilenmemek mümkün değil.

Filmin müzikleri yine ve yine inanılmazdı. Kubrick kullandığı müziklerle izleyiciye filmi yaşatmayı çok iyi biliyor. Filmin ayin kısmında sadece 3-4 notadan oluşan çok basit bir ezgi kullanıyor. Tek kelimeyle inanılmaz. Yani buna müziğin gücü mü demek lazım yoksa Kubrick'in ve müzik seçiminde etkisi olan insanların dehası mı desem bilemedim. İşte bu da bahsettiğim ezgi György Ligeti: Musica Ricercata II: Mesto, Rigido e Cerimonale . Bana kalırsa bu ezgi kendi içinde bir bilinmezlik durumu yaratıyor. Detaysız sade ve tedirgin edici bir havası var ama bana hisettirdiği duygu bilinmezlik üzerinden bir gerilim. Zaten hissetmemiz gereken şey de tam olarak bu. William kendini öyle garip bir ortamda buluyor ki ben bile adamın yerine korktum bilgisayarın başında.  Filme hepimizin hayatında bir yerinde kesinlikle duymuş olduğu bu güzel valsle Dmitri Shostakovich - Waltz No. 2 başlıyoruz. Müziklerin hepsine tek tek ayrıca değinmek mümkün özellikle de ayin sırasında çalan diğer bütün mistik müziklere. Fakat ben artık filmin olay öyküsüyle ve anlatmak istediği şeylerle biraz daha fazla ilgilenmek istediğim için burada kesmek istiyorum.

Filmin başında mutlu bir çiftin çok lüks bir partiye davet edildiğini görüyoruz. O partiye davet edilmelerinin nedeni William'ın partiyi veren çiftin doktoru olması aynı zamanda. Filmin ilk anından beri William'ın doktor kimliğini kullanarak sürekli bir şekilde insanların güvenini kazandığını görüyoruz. Doktor olmak öyle bir meslek ki bir insanı bütün çıplaklığıyla görüp,bunu profesyonel bir açıdan incelemen gerekiyor. Hastayla aranızda bir mahremiyet oluşuyor. Yani bir noktada doktor olmak çok şey biliyor olmak ama mahremiyeti korumak olarak da değerlendirilebilir. Partide William'ın koluna giren iki tane manken de siz doktorlar çok şey biliyor gibi görünüyorsunuz demesi de buna hitaben bir konuşma olabilir. Doktora herkes güveniyor ve herkesin ihtiyacı bir şekilde oluyor sınıf ayrımı olmaksızın. Eğer zengiseniz evinize geliyor değilseniz siz onun ofisine gidiyorsunuz. Herkeste değişmeyen tek şey güven duygusu. Doktor bu sayede kimliğini gösterdiği her yerde bir güven oluşturuyor. Piyanist arkadaşının ev adresini öğrenirken doktorluğunu kullanıyor. Aynı arkadaşını oteldeki resepsiyona sorarken yine doktor kimliğini kullanıyor. 

Bu doktorun gözünden kaçırdığı şey o da kendi evliliğinin aslında pek de iyi gitmiyor oluşu. Bu gidişatın temelini ise Alice'in içinde subaya karşı duyduğu inanılmaz cinsel istek oluşturuyor. Öyle bir istek ki bütün evliliği ve çocuğunu bir anda silmek bile çok büyük problem değil gibi gözüküyor. Alice içindeki bu duyguları anlattıktan sonra William adeta öç almak istercesine yeni arayışlar içine giriyor. Burda ve partideki mankenler-william & sandor szavost-alice arasındaki flörtleşmeler ile Kubrick bize evlilik ve sadakat kavramlarını tartıştırmak istiyor. Günümüz modern toplumunda evliliğin birincil anlamı sadakattir bana kalırsa. İnsanlar artık sevişmek için evlenmek zorunda değil. Aynı evde uzun seneler yaşayıp ardından ayrılabiliyorlar.Fakat insan doğası sadakatli bir tutum sergilemeye uygun mu acaba? Bana kalırsa koşullar oluştuğu takdirde cinsel çekime karşı koymak gerçekten zor bir durum. Fakat zaten ilişkileri ve evliliği güçlü , güzel kılan şey tüm bu caydırıcı etmenlere rağmen devam ettirebilmektir. Öbür türlü evlenmenin ya da ciddi ilişki içine girmenin pek anlamı yok. Eğer Alice gibi güzel bir kadın veya William gibi yakışıklı biriyseniz egonuz çevrenizdeki insanlar tarafından çokça okşandığı için bu durumu gerçekleştirmeniz çok daha zorlaşıyor. Alice'in itiraflarından sonra William içindeki insanı dürtülerin hepsini serbest bırakıp bir rövanş alma girişimine giriyor ve kendini dünyanın en garip grup seksinin ortasında buluyor. Zenginlerin ne kadar marjinal olabileceğini görüyoruz. Her meyveyi yedin bir tek ayinli grup seks yapmak kalmıştı gerçekten. William'ın kafasındaki aldatma konsepti düşündüğünden çok daha ileriye gidiyor ve bu ortam William'ın üstüne gelmeye başlıyor. En sonunda William'ın o ortama ait olmadığını anlayıp bir düzmeceyle gönderiyorlar. Benim özetle tüm bu konuşmalardan ve sahnelerden anladığım şey cinselliğin kontrol altına alınması çok zor bir dürtü olması. Bazen cinsel dürtüler bizim elimizde bile olmuyor. Elimizde olmadığı gibi cinsel dürtülerin insanlara yaptırabileceği şeylerin bir sınırı yok. Zaten devasa ayinli orgyden daha marjinal ne yapılabilir aklıma gelmiyor açıkçası. 

Filmde değinilen başka bir nokta bir şeyi yaşayıp yaşamamanın çok da önemli olmayışı denebilir. Alice sadece aldatmanın hayalini kuran ve bunu rüyalarına yansıtıyor. William ise fiilen bir aldatma girişimine girip başarısız oluyor. Filmin en sonunda Alice tüm bu olaylardan sağ kurtulduklarıyla yetinmeyi kabul ediyor. Rüyalar bilinç altımızın bir yansıması ve belkide en derindeki şeyleri bile gün yüzüne çıkarabiliyorlar. Rüyalar bizim daha önce düşünmediğimiz bir şeyi bize göstermez. Bu yüzden aslında rüyada aldatıp bundan zevk almakla gerçekte aldatıp zevk almak arasında pek de fark yok. Bu yüzden aslında William ve Alice eşit derecede suçlular diyebiliriz. 
(Gif'i koyarken bile hala tüylerim ürperiyor inanılmaz film gerçekten)

Film hakkında değinemediğim ve kasten değinmediğim bir çok nokta var. İncelememi burada bitirmek istiyorum. İnceleme yazmanın zorluğundan yazının başında bahsetmiştim zaten. Özetle filmi inanılmaz beğendim ve eğer okuyanlardan izleyen olursa daha ileri tartışmaları , şifreleri ,detayları tartışabiliriz. Belki ileride daha kapsamlı bir yazı yazmayı da düşünebilirim ama şu an için bu kadar yazmayı yeterli görüyorum. Yorum yazmaktan ve film hakkında tartışmak için bana yazmaktan çekinmeyin. Bir sonraki incelememde görüşürüz :)

EDIT: Biraz zamanınızı ayırır ve İngilizce okumaya üşenmezseniz bu yazıyı da okuyun derim : http://www.indelibleinc.com/kubrick/films/ews/reviews/harpers.html

14 Nisan 2016 Perşembe

Her Şey Çok Güzel Olacak Film İncelemesi

Merhaba güzide okurlarım. Tekrar yeni bir incelemeyle karşınızdayım. Bu seferki inceleyeceğim film Ömer Vargı'nın yönetmenliğini yaptığı , baş rollerini Mahzar Alanson ve Cem Yılmaz'ın paylaştığı çok tatlı bir komedi filmi olan Her Şey Çok Güzel Olacak. Bu filmi boş zamanınızda kafanızı dağıtmak için izleyebilirsiniz. Özellikle dünyada absürtlük üzerinden bir komedi kültürü yaygın şu sıralar. Holywood komedilerine baktığınızda da zaten belirli aktörlerin oynadığı komedi filmleri sezonluk olarak hazırlanıyor. Bunların imdb puanları da ortalama 6.5 falan oluyor. Sonunda o filmler Amerikan tüketim kültürünün herhangi bir ögesi olup hayatımızdan çıkıyor zaten. Bu film o hayatımızdan çıkan filmlerin aksine , bittiği zaman içimize huzur ve mutluluk dolduran filmlerden. Bir komedi filmi olmasa da buna benzer bir duyguyu Les Choristes filmini bitirdiğimde de yaşamıştım. O filmi izlemenizi de ayrıca öneririm.

Filmin olay örgüsü çok basit uzun uzun açıklama ve şifreler bulmamıza gerçekten gerek yok. Filmin genel hikayesi bir türlü hiç bir işte dikiş tutturamayan Altan'ın abisi Nuri'nin hayatına girmesi üzerinden şekilleniyor. Nuri ise Altan'ın aksine hayatı inanılmaz düzenli,fevri kararlar almaktan çekinen , oldukça monoton bir hayata sahip olan ve en büyük tutkusu arabalar. Film sırasında Nuri'nin sosyalleşmekte bir problemi olduğunu da açıkça görebiliyoruz. Bu film bir komedi filmi olsa da insanlar monoton ve sıradanlaşmış hayatlarına  eleştiri olarak değerlendirilebilir. En basitinden masa başı işlerinde ömrümüzü geçirmek insanı mutlu eder mi? Tabi filmin öncelikli amacı insanları güldürmek olduğu için bunlar üzerine tartışmak filme olduğundan fazla önem ve anlam yüklemek olur. Fakat hepimizin Nuri gibi hayalleri var bu hayatta ve bu hayalleri gerçekleştirmek büyük oranda bizim onu ne kadar istediğimizle veya çaba gösterdiğimizle alakalı. Film boyunca yönetmen bizim Nuri ile empati kurmamızı istemiş. Nuri aslında hepimizin içindeki o hayalci ve biraz da çocuk olan tarafımızın karaktere dönüşmüş hali. Hepimizin hayatında bizi bu hayallerimize bazı mucizevi yollarla ulaştırabilecek bir Altan yok o yüzden bu hayallerimiz için gerçekten bir şey yapmamız önemli hayattaki mutluluğumuz için.  Nuri'nin film içindeki dönüşümünü izlerken kendimizden bir şey bulabildiğimiz için mutlu oluyoruz. Filmde Mahzar Alanson ve Cem Yılmaz'ın oyunculukları da bence çok başarılı. Yanılmıyorsam bu Cem Yılmaz'ın oynadığı ilk film. Cem Yılmaz bu filmde Altan karakteriyle kafası jöleli 90'lı yılların genç delikanlısı rolünü gerçekten güzel oynuyor. Zaten filmde oynadığı zamanlarda daha çok genç olduğunu da görüyoruz Cem Yılmazın. Bu durum da nedense benim ayrı hoşuma gitti.

Filmin müziklerini de Mahzar Alanson hazırlıyor. Bir çok MFÖ şarkısını dinliyoruz film esnasında ve film Benim Hala Umudum Var şarkısıyla kapanıyor. Benim Hala Umudum Var-MFÖ Film çekim teknikleri ve görüntüleme açısından da bana kalırsa başarılı bir film olmuş. Akıcılık sadece senaryo ve oyunculuktan gelen bir şey değil sonuçta.

Filmi izlemediyseniz kesinlikle ilk fırsatta izleyin o zaman yazdığım yazıyı tekrar okuyup benimle aynı duyguları paylaşabilirsiniz. Bir sonraki incelemede görüşmek üzere :)

12 Nisan 2016 Salı

Barry Lyndon (1975) Film İncelemesi

Yeni bir incelemeden ve yine bir Kubrick incelemesinden hepinize merhaba! Bu sıralar Kubrick filmleri izlediğimden bahsetmiştim ve üzerinden çok geçmeden izlediğim filmler hakkında bir şeyler yazmam gerektiğini hissettiğim için Barry Lyndon filmini incelemeye karar verdim. Her zamanki gibi incelememde kendi düşüncelerimin ve okuduğum başka incelemelerin bir sentezi olacak bu yazı. Çok uzatmadan film hakkında konuşmaya başlayalım.

Barry Lyndon özetle 18. yy İngiltere'sini ,savaş ortamını ,Redmond Barry adlı bir gencin Barry Lyndon'a dönüşümünü dönemin sosyal yapısıyla harmanlayarak işleyen bir film. Film öncelikle gerçekten uzun bir film (3 saat 4 dakika) ve bu uzunluğun yanında hikayenin işlenişi de gerçekten yavaş. Yavaşlığa rağmen merak duygusunu korumayı başarmış Kubrick bence filmde. Film yavaş geçse dahi kendini izlettiriyor. Bu yüzden boş bir zamanda dikkatlice izlenmesi gereken bir film bence.

Filmin görüntülerine değinmek istiyorum öncelikle .Filmin ilk sahnesinden son sahnesine kadar Kubrick bizi aynı 2001 filminde olduğu gibi müthiş manzaraları sinema perdesine başarıyla yansıtmış. Bu müthiş manzaraları gerçekten inanılmaz uğraşılmış dekorlar ve kıyafetlerle birleştirmiş. Ben filmi izlerken kendimi filmin geçrekten 18.yy 'da çekildiğine ikna etmiş bir haldeydim. Filmde hiç yapay ışık kullanılmamış. Filmi izlerken mumla aydınlatılmış ve çekilmiş bir çok sahne görüyoruz. Kubrick bunun gibi sahneleri çekmek için çok özel bir mercek kullanmış . Bu mercek NASA'nın özel olarak Apollo ay görevi için üretilmiştir ve ışığı yakalama özelliği güçlüdür. Kubrick gerçekten burada müthiş bir iş yaparak bu merceği filmde kullanmış ve bence bu filme ekstra otantiklik katmış. Sadece bu detaydan bile Kubrick 'in ne kadar detaycı ve yaptığı işi önemseyen bir yönetmen olduğunu görebiliyoruz..Filmdeki müziklerden zaten özellikle bahsetmeye gerek yok bence. Dikkatli bir şekilde izlediğim 3. Kubrick filminde anlıyorum ki Kubrick filmlerinde müzikleri inanılmaz özenle seçiyor. Özellikle Shining filminde müzikler izleyicinin ruh halini hızlı bir şekilde değiştiriyor. Müzik zaten insanın duygularına dokunan çok müthiş bir araç. Filmlerde güzel ve temaya uygun müzikler seçmek de izleyiciyi filme bağlayan bir araç. Müziğin etkili şekilde kullanımını bu filmde de görüyoruz. Tüm bu detaylar birleşip gözümüze ve kulaklarımıza adeta şölen yaşatıyor. Tüm bu emekler de tabii ki ödüller olarak geri dönüyor. Filmin kazandığı ve aday olduğu ödüllere bakmak için : Imdb - Awards

Film boyunca dönemin İngiltere'sinde hiyerarşinin izlerinin çok net bir şekilde görüyoruz. Filmin başında zenginlerin krala bağlılığını göstermek için Fransızlara karşı ordular kurduğu gösteriliyor. Sadece bu cümleden bile bu hiyerarşinin başında İngiltere kralının olduğunu , paranın bu hiyerarşinin oluşmasında ve yerlerin belirlenmesinde önemli bir rolü bulunduğunu çıkarabiliriz. Asker olmak ise para ve rütbe için yapılan bir iş. Yüzbaşı Quinn askerliğin ona getirdiği hiyerarşik üstünlüğü kullanarak , Raymond'un hoşlandığı kadını kolayca elde edebiliyor. Bu öyle bir hiyerarşi ki bütün şartların eşit olması gereken bir düelloda bile yüzbaşının öldürülmesi engelleniyor. Raymond yüzbaşının yanında sıradan bir köylü sadece, o yüzden yapabileceği hiç bir şey yok. Raymond düello sonrası aklanmak ve para için askere gitmeyeye karar veriyor. Askerde savaşlarda askerler çok kolay bir şekilde ölüyorlar fakat Raymond ön saflarda olmak yerine film sırasında hep kendinden üst rütbedeki insanların hayatlarını kurtarmaya çalışırken buluyor kendini. Bu da onun hem para sahibi olmasına  hem de rütbe olarak yükselmesine yardımcı oluyor. Asker olarak geçirdiği dönemde kocası savaşa giden güzel bir kadınla sevişme şansını da büyük oranda askerliğin getirdiği güç sayesinde buluyor. Geçirdiği iki askerlik dönemi sonucunda onu casusluk yapmak üzere Mösyö Balibari'nin yanına gönderiyorlar. Biraz da duygusal olan Raymond Balibari'ye bu durumu açıklayıp onun yanına sığınıyor. Yine bu hiyerarşiyi istediği gibi kullanıyor. Mösyö Balibari hiyerarşik katmanlarda gerçekten üst düzey bir isim bu yüzden Prusya'nın bir hedefi oluyor. Mösyö ,Raymond'u adeta yanına alıp sahipleniyor bir baba gibi . Bu kapsamda baba oğul ilişkisi de bir hiyerarşi gibi düşünülebilir. Mösyö ile birlikte biraz da "hileyle" para ve ün sahibi olmaya başlıyor Raymond. En sonunda bu durumu güzel ve üst sınıfın mensubu olan bir kadınla ,Lady Honoria Lyndon ile, evlenmek için kullanıyor. Raymond kendi geçmişinden kurtulmak ve Lyndon soyadının avantajından faydalanabilmek için adını Barry Lyndon olarak değiştiriyor. Buraya kadar anlattığım kısım  filmin Barry Lyndon için iyi giden kısmıdır. 

Filmin buraya olan kadar kısmında psikolojik olarak genç, köylü, yağız bir delikanlı olan Raymond Barry tüm bu yaşadıklarından sonra sonradan görme , kendinden emin  ve karakteri biraz daha oturmuş Barry Lyndon'a evriliyor. Yaptığı evlilik sonrası filmin başındaki tüm saflığını kaybedip ,hiyerarşinin kazananı olarak ona gelen yeni renkli ve hareketli dünyanın keyfini çıkarıyor. Evlendiği kadın zaman zaman geri planda kalıyor ve paranın ona getirdiği kadınlarla daha çok zaman geçiriyor. Barry'nin bu hiyerarşiyi bir baba olarak kabul ettiremediği çok önemli biri var o da Lady Lyndon'un erkek çocuğu Lord Bullington. Bir sahnede Lord Bullington , Barry'e baba demeyi reddettiği için şiddetle cezalandırılıyor. Bu Barry Lyndon'un kendi otoritesini  Lord Bullington'a belkide askerden öğrendiği bir yöntem olan şiddetle dayatmaya çalışıyor. İlerleyen zamanlarda Lord Bullington büyüyüp bu işkenceye karşı çıkmaya başlıyor ve bunun yanında sevmediği üvey kardeşine karşı Barry'nin kullandığı şiddetle tepki veriyor. Barry Lyndon filmin ikinci bölümünde bu sonradan zengin ve güçlü olmanın getirdiği faydaları güzel yönetemiyor. Barry Lyndon'un Lyndon soyadını taşıması dışında kendi başına herhangi bir gücü yoktur. Eşinin ölmesi durumunda mirasın tamamı Lord Bullington'a gideceğinden ve beş parasız başladığı noktaya geri döneceğinden bir ünvan arayışına giriyor. Barry'nin sapkın tavırları en son yine bir şiddet patlaması olarak Lord Bullington ile kavga etmesiyle sonuçlanıyor . Bu kavga zaten bütün gücü aslında yapay bir şekilde kazanan Barry'in hem ekonomik olarak hem de sosyal statü olarak düşüşüne neden oluyor. Bunun üstüne onun sözünü dinlemeyip hediye aldığı ata tek başına binmeye çalışan çocuğu hayatını kaybediyor. Bir süre sonra Lord Bullington durumları düzeltmek üzere geri geliyor ve Barry ile düelloya tutuşuyorlar. Barry düello sırasında merhamet gösterip  Lord Bullington'a ateş etmiyor. Bunu son bir merhamet üzerinden saygı dayatması olarak görebiliriz fakat genç ve ateşli olan Lord Bullington bu otoriteyi kabul etmediğini gösterircesine Barry'i bacağından vurarak bütün serüveni bitiriyor. Buradan aslında yapay bir şekilde kazanılmış bir gücün aslında çok da anlamı olmadığını görebiliyoruz. Hiyerarşinin basamaklarını atlamak aslında hiç de kolay değil. Kazanılan güç eğer aile bağları gibi güçlü ve herkesçe kabul edilebilecek bir zemine dayanmıyorsa tükenmesi kısa sürüyor. Bu yüzden bu hiyerarşi içinde doğan insanlar o hiyerarşiden kendilerine bir çıkış yolu bulamazlar ve kaderleri onlar daha doğmadan belirlenmiştir. Bunu günümüz dünyasına da benzetebiliriz. Kapitalist dünya her ne kadar bize fırsatlar dünyası gibi gözükse ve bize her şeyi başarabilceğimizi söylese dahi durum gerçekte öyle değildir. Bu durum sadece bir ilizyondan ibarettir. Doğduğun ve yaşadığın yer büyük oranda şimdi bile insanların kaderini büyük oranda belirler. Barry Lyndon gibi istisnalar her zaman olabilir fakat o istisnalar için bile gerçek Barry Lyndon'un filmin sonunda bacağının kesilmesi ve tüm gücünü kaybetmesinden ibarettir.

Filmin son karesinde bir söz geçiyor " Adı geçen karakterler III. George'un zamanında yaşadı ve kavga etti. İyi ya da kötü ,yakışıklı ,çirkin,zengin ya da fakir.. Artık hepsi eşit." 
Ölüm de bir eşitliktir. Bu eşitliği artık hepsi öldü ve tüm olaylar çok anlamsızlaştı ve anlamı kayboldu olarak anlayabiliriz. Ya da artık somut olarak sınıflanmış bir toplum yapısında uzaktan bir yerdeyiz ve insanlık olarak daha eşitlikçi bir toplum yapısına evrildik diye düşünebiliriz. Bana kalırsa gerçek birinci yoruma daha yakın .

Bir incelemenin daha sonuna geldik. Elbette inceleyemediğim kısımlar ,atladığım önemli noktalar olacaktır. İnceleme hakkındaki düşüncelerinizi benimle paylaşmaktan çekinmeyin. Umarım yazdığım bu yazılar size film hakkında yeni bir bakış açısı katıyordur. Bir sonraki incelememde görüşmek üzere...

Editör: Ferhat Ozan

6 Nisan 2016 Çarşamba

2001: A Space Odyssey Film İncelemesi

   Merhaba! İkinci film incelememle hepinizin ( tahminen 5-10 kişi) tekrar karşısındayım. Bugün ODTÜ Sitop'un Kubrick atölyesi olmasından mütevellit , izlemesini önerdikleri üç tane film vardı.
Filmler: The Shining (1980) /2001: A Space Odyssey (1968)/Barry Lyndon (1975) 
Ben de atölyeye çok katılmak istediğimden dolayı en azından The Shining ve A Space Odyysey'i izledim. 

   Film hakkında konuşmadan filmi ve Kubrick'te gördüğüm genel karakteristik özellikleri biraz anlatmak istiyorum. Öncelikle hem A Space Odyysey'de hem de The Shining'de çok güzel müzik seçimleri yapmış. Filmin özellikle baş bölümünde diyalog göremiyoruz ,fakat müzikler insanı içine çekiyor gerçekten. Filmin soundtrackını filmi izleyen,izlemeyen bir çok insan hayatının bir yerinde dinlemiştir mutlaka. Bu da linki: https://www.youtube.com/watch?v=QwxYiVXYyVs dinlemek isterseniz.Film işleyiş olarak da biraz durağan bir film. Film içinde sıkıldığım anlar oldu. Ben bunun nedenini 2016 da yaşıyor olmama bağlıyorum. Filimde yenilik ,bilim kurgu ve icat olarak getirilen bir çok şey veya kullanılan sinema efektleri ,teknikleri 2016 yılında film izleyicisi olmaya çalışan beni çok etkilemedi. Fakat eğer ben o filmi 1968 yılında izlemiş olsaydım büyük ihtimalle inanılmaz etkilenirdim.Film genel olarak yapay zeka, gelecekte uzay yolculuğu ve "survival of the fittest" konuları üzerinden dönüyor.

   Filmin başında maymunsu gruplaşmış bazı canlıların etraftaki diğer canlılarla ve diğer maymunsu gruplarla olan etkileşimini anlatan diyalogsuz bir bölüm görüyoruz. Bu bölümde bir yandan besin zincirini görürken maymunsu grupların arasındaki rekabeti de görüyoruz. Sınırlı bir su kaynağı var ve bu hayatta kalmak için önemli bir unsur. Bir yandan hayatta kalmak için avlanmaya çalışan maymunsular bir yandan diğer maymunsu gruplarla da "savaşmak" zorunda. Su kaynağını kendi elinde tutmak zorunda. Benim bu su kaynağını ele geçirme ritüelinde gördüğüm temel şey grubun liderlerinin bu problemi çözmek için öne çıkıp bir kavgaya tutuşması ve başta birbirlerine çok üstünlük kuramamaları. Fakat bir grubun kemiğin silah olarak kullanılabileceğini keşfetmesi işin rengini değiştirir. Bu silahı hem avlanmak hem de su kaynağına rahatça ulaşabilmek noktasında bir araç olarak kullanırlar. Üstünlüğü ve yaşam için çok önemli olan su kaynağını ele geçiren grup hayatta kalma başarısına ulaşmıştır. Bu bölümde bana kalırsa rekabeti ve hayatta kalma içgüdüsünü somut bir şekilde simgeleyen siyah büyük dikdörtgen bir taş (monolith) görüyoruz. Maymunların bu taşa taptığını ve sevdiğini de söyleyebiliriz. Filmde taşın geçtiği sahnelerde inanılmaz mistik bir hava yaratıyor Kubrick ve bizi adeta filmin içine çekiyor. Monolith'in film içinde ne anlama geldiğini ayrı bir paragrafta tartışmak gerekiyor ama bence.

   Daha sonra ise hikaye bir nevi uluslar ve gezegenler arası ilişkilerin konuşulduğu ve tartışıldığı bir hikayeyle devam eder. Burada insanların ve ülkelerin birbirleriyle etkileşimleri anlatılmaya ve öngörülmeye çalışılmış. Uzayda ve gelecekteki hayatı tasvir etmeye çalışmış Kubrick. Bu bölümün başında gördüğümüz ve bizi şaşırtabilecek şeylerden biri görüntülü konuşma fikrinin daha o zamandan düşünülmüş bir şey olması. Ayrıca başka bir ayrıntı ise uzay istasyonuna varırken bütün koltukların arkasında kamil koç vari bir tablet ekranımsı teknolojilerin bulunması. Ki bunlar o çağda gerçekten tahmin edilmesi kolay şeyler değil bence.Bu bölüm genel olarak filmin bilim kurgu ve gelecek öngörüsü üzerine kurulu. Ben filmi daha yoruma açık yerleri üzerinden tartışmak istiyorum bu yüzden burayı biraz hızlı geçiyorum. Filmin ikinci bölümünde de insanların bu taşla olan etkileşimini görüyoruz ve bu sefer taş onlara bir tepki koyar ve onları kötü etkiler bir yapıya bürünüyor. Bunun nedeni de üçüncü bölümde ortaya çıkan yapay zeka ve insan rekabetinde saklı bana kalırsa.


   Filmin üçüncü bölümünde ise zorlu bir jüpiter görevi var. Görevi yürütmeye çalışan bir grup astronot ,dondurulmuş bir kısım astronot ve yapay zeka bir gemi içinde jüpiter doğru yol alıyorlar. Bu bölümün temel tartıştırmak istediği şey ise insan ve yapay zeka arasındaki ilişki. HAL 9000 adında insanlar tarafından üretilmiş bir bilgisayar ve yapay zeka bu görevin büyük kısmını kapsıyor. Uçağın yönetilmesinde , kararların alınmasında yetkili bir pozisyonda bu yapay zeka. Filmin bir sahnesinde mürettebattan birinin yapay zekayla satranç oynadığını ve çok kolay bir şekilde yenildiğini görüyoruz. Bu noktada makinenin hesaplama gücünün insanın ulaşabileceğinden çok daha ilerde olduğunu görebiliyoruz. Bu tarz bir yapay zekanın üretilmesi 2016 yılı itibariyle gerçekleşmiş olmasa da 15 -20 sene içinde bizimle konuşabilen ,anlaşabilen ve yardımcı olan bu yapay zekaların hayatımızın içinde olmaması için bir neden yok. Soru şu ki bu yapay zeka insanla iş birliği mi yapacak yoksa bizi kendilerine veya dünya için veya filmde olduğu gibi görev için bir tehlike olarak mı görecekler. Bir sahnede başka bir HAL 9000 bilgisayarı kendi bilgisayarlarının problemli olduğunu tespit ediyor ve bilgisayara bu konu hakkında ne hissettiği sorulunca bunun bir insan hatası olduğunu ve ikizi olan HAL 9000 bilgisayarına karşı bir şey hissetmediğini söylüyor. Bu bir yandan yapay zekanın kin, üzüntü gibi bir duygu besleme yeteneğinin olmadığını gösteriyor. Bunu belki de insanların bir zayıflığı olarak sergiliyor. Görev sırasında HAL 9000 in hata yaptığını fark eden mürettebat onun görev dışı bırakmaya çalışıyor. Bilgisayar mürettebatın bu hareketini fark edip bunu insanların bir zayıflığı ve görevi tehlikeye atacak bir hareket olarak görüyor . Görevi tehlikeye atmamak için onun hatalı olduğunu düşünen Dr. Frank Poole'yi kendi yarattığı hayali görev esnasında öldürüyor ve bunu görüp Bowman cesedini almak için uzaya gidiyor fakat onun girişine de izin vermiyor HAL 9000. Bir şekilde gemiye girme yolunu bulan Bowman HAL 9000 in işlevine son veriyor. HAL 9000 in yaşamına son verildikten ve gemideki geri kalan bütün mürettebat öldükten sonra Bowman çok gizli bir bilgiye ulaşıyor. Bu bilgi ayın bir kraterinde zeki yaşam formlarına ait kalıntılar bulunduğu ve bu kalıntıların ayda bulunan ve sadece jüpitere sinyal göndermek dışında başka işlevi olmayan monolithin yanında bulunmasıdır.

   Filmin son bölümüne geçerken Bowman monolith aracılığıyla veya değil bir zaman yolculuğu yaşıyor. Bu zaman yolculuğu sırasında ışık patlamalı efektli mefektli bir şov oluyor. Sitopta öğrendiğime göre bu zamanında LSD kullanan hippielerin ilgisini çekmiş ve bütün seanslara gidiyorlarmış sırf o ışık patlamaları için. Büyük ihtimalle zaman yolculuğunun büyüsünü falan göstermek için kullandı o ışıkları efektleri. Başka yorumlar da getirilebilir tabii. Zaman yolculuğunun sonunda kendini bir odanın içinde yaşlanmış bir şekilde bulur. Bir süre sonra yan odada kendini daha da yaşlı bir haliyle yemek yer bir şekilde görürken. Hemen sonra ise kendini ölüm döşeğinde karşısında monolithle görür. Monolithle girdiği etkileşim sonucu da "Star Child" denen forma ulaşıyor ve film burada bitiyor. Bu ,ölmenin evrenin bir parçası çocuğu haline gelmek olarak yorumlanabilir.

   Monolithin ne işe yaradığına gelirsek hiç bir şey anlamadım.Yorumlardan biri Monolithlerin birer aşama atlama aracı evrimin bir aracı gibi söylüyor. Benim tahminim ise Monolithler dünyadaki zeki yaşam formlarını birbirlerine bağlayan , haberleşmesini sağlayan gezegenler arası dengeleri kuran ve gezegenlerin içindeki dengelerden etkilenen cisimler. Filmde Bowman zaman yolculuğunu yapmadan gezegenler hizaya giriyor ve bu evrendeki düzeni teslim ediyor olabilir. Bu düzen de evrendeki üstün bir yaşam formu tarafından yönetiliyo olabilir. Filmin sonunda Star Child olan Bowman ise ölümle ölümsüzleşip bu düzenin bir parçası haline geliyor olabilir. Fakat ne söylesem boş. Sitoptaki muhabbette filmdeki genel anlatılmaya çalışılan şeylerin zerdüştlük diniyle bağlantılı şeyler olduğunu ve Niçe'nin böyle buyurdu zerdüşt kitabıyla bağ kurulabileceği falan konuşuldu. Üstüne araştırmak isterseniz okuyabilirsiniz.


   Özetle, bir çok fütüristik icadı ,yapay zeka insan çatışmasını ve bir yandan "survival of the fittest" kavramını ele alan güzel bir bilim kurgu filmi. Bu filmin çekiminin Apollo 11'in aya inişinden önce çekildiğini de unutmayalım bir dip not olarak. Gözden kaçırdığın veya eksik olan analizlerinizi yorum olarak bırakmanız beni mutlu eder. Gelecek incelemede görüşmek üzere...