20 Eylül 2016 Salı

Fahrenheit 451 Film İncelemesi

Selam hayat damarlarından biri kopmuş ülkenin sanatsız kalmış insanları. Ülkemizde özellikle de malum partinin iktidarı süresinde geçen dönemde sanatçının ve sanatın ne kadar ayaklar altına alındığını görmemek elde değil. Bunun için yakın zamanda kaybettiğimiz Tarık Akan gibi değerli sanatçıları ve bu sanatçıların bizlere sunduğu çalışmalarını yaşatmak hayattaki motivasyonlarımızdan biri olmalı. Sanat yaşamın içindendir,insancıldır. İnsanların hayat ve toplum üzerine düşünmesine yardımcı olur. Bu yüzden insanların karakterlerinin,düşüncelerinin gelişiminde sanat aslında çok önemli bir rol oynar diyebiliriz. Biz Holywood'un içi boşaltılmış , günlük hazların peşinde olan filmleri yerine bizi düşündürebilecek, hayatımızı değiştirebilecek değerli filmler tercih etmediğimiz zaman Ankara'daki Başka Sinema salonu sayısı biri geçecek ve İzmir'deki Karaca Sineması kapanmayacak. Biz bunlara itiraz edebilmeye başladığımız zaman Devlet Tiyatroları'nda yabancı oyun oynansın mı tartışması olmayacak. Hayat üzerine daha çok düşünen ,sorgulayan bireyler yetiştirmekte sanat çok kilit bir rol oynuyor. Benim bu blogu yazmaktaki amaçlarımdan biri de sizlerin bu filmleri izlemeyi istemenizi sağlamak. Zaten aslında detaylı olarak alatacağım ütopya da tam bu değindiğim konuyla bağlantılı. Tüm bunlar bir yana Mart ayında anlık bir kararla Dogville filmini yazarak başladığım bu blog serüveninde otuzuncu yazıma gelmiş bulunmaktayım. Bu süre zarfında 200'ü aşkın film izledim Türk ve dünya sinemasından. Türk sinemasını biraz boşladığımı söyleyebilirim ama zamanla sıranın ona da geleceğini düşünüyorum. Bu süre içinde yazılarımı takip eden okuyan bana site üzerinden olmasa da yüz yüze güzel yorumlarını söyleyen insanlara teşekkür ederim ve otuzuncu yazıya, günümüz dünyasıyla inanılmaz benzerlikler taşıyan François Truffaut'un başarıyla Fahrenheit 451 filmini incelemeye başlayalım.


Fahrenheit 451 izledikten insanı dürten düşündüren iz bırakıcı bir ütopya. Filmi 1966'da çekilmiş kitabı 1953'te yazılmış olmasına rağmen verdiği mesajlar evrensel ve ölümsüz niteliktedir. Bunun yanında benim bu tarz bilim kurguya da yakın olan filmlerde görmeyi sevdiğim şey günümüz yaşantısıyla olan paralelliğidir. Henüz daha televizyonun insanları hipnotize edemediği zamanlardan bunun öngörülebiliyor olması çok hoşuma gitti. Sadece salonda ana bir televizyon değil evin yerlerinde küçük küçük televizyonlar olması hepimizin elindeki akıllı cihazlarla paralellik gösteriyor diyebiliriz. Benzer bir örnek ise 1968'de çekilen 2001: A Space Odyssey filmidir. Fahrenheit 451 filmindeki teknolojik cihazlar veya kullanılan haplar teknolojik gelişme tahmini dışında ütopyayı destekleyici amaçla kullanıldığı için ayrı bir anlam taşıyor bence. Ütopyanın içinde teknolojiye ,günlük hayata dair farkla olsa da bu durum filmin vereceği mesajların önüne geçmeyen basitlikte bana kalırsa. Bu noktada film bilim-kurgu türünden bir nebze daha uzaklaşıp ütopyaya yaklaşıyor ve dolayısıyla filmdeki mesajlar ön plana çıkmış oluyor.



Film sahne geçişleri,planlar özelinde başarılı bir film olsa da bu yazıda içerik üstünde durmak istiyorum. Filmdeki itfaiyecilerin görevlerinin tam tersi olan şeyi yapmakla görevlendirildiklerini görüyoruz. Bunu yozlaşmış devlet mekanizmalarının bir temsili olarak görebiliriz. Aslında zaten toplumlarda da yozlaşmanın kaynağı iktidardaki kişilerdir. Devlet kurumu veya iktidar denen kavramlar insanların akıllarında vardır. İnsanlar düzeni sağlayabilmek ve büyük toplulukları yönetmek için duydukları ihtiyaçtan dolayı bu kavramlara anlamlar yüklemeye ve bazı insanları kendi liderleri yapmaya başlamıştır. Rousseau'ya göre bu bir toplum sözleşmesi sayesinde sağlanır. İnsanlar bu toplum sözleşmesi çerçevesinde liderleri yaptıkları insanlara onların hayatlarını yönlendirebilme gücünü vermiştir. İktidarı denetleyebilecek daha üst mekanizmalar işlevliğini yitirir ve iktidarda olanlar totaliter ve baskıcı olurlarsa onları başa getiren halk doğrudan etkilenir bundan. Yani aslında ütopyada kitapların yakılıyor olmasının sebeplerinden biri iktidarın yozlaşmış ve halkın yararını göz ardı ediyor olmasıdır. İktidarın yozluğu da görevinin tam tersini yapan itfaiye birimi üzerinden anlatılıyor. İktidardakilerin tek amacı kendi iktidarlarını sürdürüp , insanların bu duruma olan itirazlarını sindirmeye ,minimuma indirmeye çalışmaktır.


Bu noktada sistematik olarak geçmiş unutturulmaya ve insanların hayatları basitlik ve itaat kavramları üzerinden şekillendirilmeye başlanıyor. Halkın bilgiye ulaşabileceği yegane kaynaklar kesiliyor. Televizyonlar üzerinden propaganda yapılıyor ve zaten yayınları yapan devleti üst kimlik olarak kabul ettikleri için etkilenmeleri çok zor olmuyor. Ayrıca medya insanları sakinleştirmek ve yönlendirmek için araç olarak kullanılıyor. Olmayan olaylar televizyon yardımıyla insanların gözünde gerçekliğe ulaşıyor.  Bunu yaparlarken insanlara hafızalarını yitirmelerini sağlayan unutkanlık haplarından içmelerini ; geçmişlerini ve geçmişte,öğrendikleri bilgileri unutmalarını sağlıyorlar. Dolayısıyla bugünü basit ve itaatkar bir şekilde yaşayan insanlar iktidarın devamı için tehdit oluşturmuyorlar. Bu yüzden kitap yakan insanlar neden kitap yaktıklarını bile bilmiyorlar sadece yakıyorlar. Neden kitap yaktığı sorulduğunda ise öğretilmiş ,içi boş ,hazır cevaplar ile karşılaşıyoruz. Toplumun sorgulamaktan ve düşünmekten ne kadar yoksul olduğunu görmeye başlıyoruz. Türkiye'de yaşayan insanların liderleri sorgusuz sualsiz takip etmeye meyilli olması (Atatürk veya RTE) bu duruma paralel gerçek bir örnek olarak gösterilebilir. Bugün Türkiye'deki insanların bir kısmı RTE'yi peygamber olarak görüyorken söylediği şeyleri sorgulama zahmetinde bulunmadan uyguluyorlar. Zaten aksi olsa darbe büyük ihtimalle daha zor durdurulabilir bir hal alacaktı ve insanlar ölebileceklerini düşünüp sokağa çıkmayacaklardı. Türkiye'de yaşadığım için ve ülkenin şu anki durumu her türlü filme ,ütopyaya uygun olduğu için genelde örneklerimi Türkiye üzerinden veriyorum ama çok daha fazla genişletebilir.


İnsanları düşünmeye sevk edecek ve bu gidişata dur diyebilecek en önemli silah eğitimdir. Filmde kitapları seven ,koruyan ve toplumdaki diğer bireylerden farklı olmaya çalışan öğretmenin görevinden alındığını da görüyoruz. Bu da ikinci aşamadır. Eğer insanları cahil ,düşünmeyen makineler haline getirmek istiyorsan kalıplaşmış itaat eğitimini küçüklükten başlatman en iyisi olacaktır. İktidar öğretmeni kendine tehdit olarak gördüğü için görevden almaktan çekinmiyor. Benzer olarak iktidar karşıtı tiyatrocuların devlet tiyatrolarından kovulması, özgürlük ve barış uğruna yapılan yürüyüşlerin engellenmesi örnek verilebilir. İnsanlar tektipleştirici eğitimden çıktıktan sonra kendilerine zorla verilen sorumlulukları yerine getirme telaşına sürerler ve birey olmak adına adım atamazlar. Bu kişiler o kadar aynıdır ki hepsi berbere gitmek zorundadırlar. Eğer saçını bile farklı uzunlukta bırakmak istiyorsan ahlak polislerini atlatman gerekiyor ütopyada. Gerçek dünyamızda yine buna benzer olayları görüyoruz. Yani en azından ben küçükken ailemin saçım uzadığı gerekçesiyle otomatik bir şekilde beni sürekli berbere götürdüklerini hatırlıyorum. Aile kurumu bunu yapmasa bile okulda saç uzatmak yakın bir zamana kadar aykırı ve ceza gerektiren bir durumdu ki serbest kıyafet okullara geldi. Böyle küçük bir değişiklik bile biraz olsun kişilerin eğitim sistemi içinde nefes almasını sağlıyor ve bireyselliklerinin kaybolmamasına yardımcı oluyor diyebiliriz. Biz eğitimden geçirene kadar aslında çocuklar meraklı ve sorgulayıcı canlılar olarak geliyorlar dünyaya. Küçük çocukların ebeveynlerini soru yağmuruna tuttuğunu çok defa görmüşüzdür. Fakat soru sormayı ve düşünme yetenekleri onlara verilen eğitimden sonra inanılmaz bir şekilde düşüyor ve sonunda hepsi beyinleri yıkanmış zombiler haline gelmeye başlıyor. (Bu zombi kavramına ayrıca Only Lovers Left Alive filminde de oldukça güzel değiniliyor.) Filmde çocukların kitaba olan merakı yakılan kitaba merakla bakan çocuk üzerinden resmediliyor.

Filmde kitapların yakılmasının ana sebebinin insanları mutlu etmek olduğu söyleniyor. İnsanlar kitapların yakılması ve onlara uygulanan sistematik yozlaştırmanın sonucu olarak "eşit" ve mutlu olmuş oluyorlar. Aslında burada yaratılan eşitlik kavramı insanların eşit ve benzer zombiler oluyor olmasından başka bir şey değil. Bu zombilerin hayatlarına karışan, gidişe dur diyen insanlar olmadığı için bu insanların sistem içinde kişilere mutlu oldukları illüzyonu gösteriliyor. Bu insanlar içinde bulundukları durumda hayatın gerçek yüzünden ve insan olmanın temel gereksinimlerinden uzak olarak yaşıyorlar. Bu yüzden o kişiler aslında yaşayan ölüler olarak sürdürüp hayatlarını en sonunda ise ait oldukları yerlere yani mezarlara giderler. Montag evdeki kadınlara elindeki romandan bir parça okuduğu zaman bu kişilerin hayatla olan izolasyonunu yıkmış ve onları gerçeklerle buluşturmasından dolayı üzmüş oluyor. Hayatını gerçeklerden izole bir biçimde yaşamış bu kişilerin gerçekler veya onları dürten kitaplarla karşılaşması onları rahatsız ediyor ve aynı zamanda üzüyor.


Gözüme çarpan diğer bir nokta ise sansür tartışmasıydı. Filmde öyle bir an var ki itfaiye şefi bütün kitapların yakılması üzerine nutuk atarken elinde Hitler'in Kavgam kitabını görüyoruz. Bu durumda bir çok insan kendi içinde çelişkiye düşmüş olabilir. Sonuçta Adolf Hitler Yahudi katliamının baş sorumlusu ve onun yazdığı Yahudi karşıtı kitap bu sebepten dolayı yasaklanmalıdır. Bu noktada sansürün sınırını nerede çizmeye başlayacağımız sorusu benim aklıma geliyor. Sansür genelde kendini toplumun koruyucusu ve kural koruyucuları ilan eden kurulun veya kişilerin elindedir. Bu kişiler üst akıl oldukları iddiasındadırlar ve iktidarın temsilcileridirler aynı zamanda. Fakat aslında kitaplara sansür uygulayabilecek ideal bir akıl olmadığı için sansürler her türlü taraflı olmak zorundadır ve sansürler taraflı yapılmaya başlandığı zaman denetlenemez hal almaya başlar. Bu sebeple Kavgam kitabı her ne kadar ırkçı bir kitap olursa olsun düşünce özgürlüğünün korunması adına yasaklanmamalıdır. Yasaklar başladığı zaman bu refleksif bir hale gelir ve iktidar kendine tehtid olarak gördüğü bütün düşünceleri sansürleme yoluna gider ve bu ülkedeki özgür düşünce ortamını çok derin bir şekilde etkiler. Bir kitap veya bir film ne kadar iğrenç bir düşünceyi anlatıyorsa olsun toplum tarafından destek görmüyorsa onun topluma etkisi olamaz. Bunun önüne geçmenin tek yolu da daha önce söylediğim gibi çocuklara sorgulayıcı düşündürücü eğitim vermektir. Kitap okumayı ,araştırmayı hayatının bir parçası haline getirmiş bireyler zaten Kavgam kitabını tarihsel değeri nedeniyle incelemek üzere okuyacaklar ve kitap tarafından etki altına alınmayacaklardır. Burada etkilenen insanlar varsa burada suçlu olan kitaplar değil onların içinde bulunduğu dünya ve onlara verilen eğitimdir aslında.

Fahrenheit 451 ütopyası üzerine konuşabilecek ,tartışabilecek oldukça çok şey var.  Ben sadece bunun bir kısmını size kendi bakış açımdan aktarmaya çalıştım. Eminim ki kitabı filminden çok daha farklı detaylara da sahiptir bu yüzden hem filmi izlemenizi hem de kitabı okumanızı öneririm. Sonraki yazılarımda buluşmak dileğiyle :)

10 Eylül 2016 Cumartesi

Certified Copy Film İncelemesi

Selam a dostlar. Bir sonraki blog yazımı hangi film üzerine yazsam diye düşündüm durdum. Bu sırada Altyazı dergisinin eylül sayısını Abbas Kiarostami'ye ayrıldığını gördüm ve kendisinin yazıp yönettiği bu güzel filmi inceleme kararı aldım. Abbas Kiarostami'yi çok yakın bir tarihte kaybettiğimizi de unutmayıp,bu yazı vesilesiyle kendisini bir daha anmaya çalışalım. Ünlü yönetmenin daha önce Close-Up ve Taste of Cherry filmlerini de izlemiştim ama Certified Copy bende daha fazla yazma isteği uyandırdı. Certified Copy'i seçmemin diğer bir nedeni ise şu ana kadar üzerine inceleme yazdığım filmlerden farklı ve özgün bir konuyu işliyor oluşu aslında. Bize orijinal,kopya,sahte gibi kavramların anlamlarını tartıştırıyor ve bunu yaparken değer yargılarımızla da oynuyor aslında. Bu konulara yazımın devamında detaylı olarak değinmeye çalışacağım.

Certified Copy izlemesi çok kolay bir film değil. Büyük ihtimalle filmi ilk izlediğinizde aklınızda bir sürü soru işareti kalacaktır, yani en azından bende olan şey buydu. Belki de bu yüzden filmi ikinci izleyişimden sonra yazacağım inceleme daha başarılı olacaktır. Filmin uzunluğu iki saatten az olsa da akıcı bir film olmadığını söylemem gerekiyor. Film uzun ve basit olmayan diyaloglar üzerine kurulu. Tabii bu diyalogların altından çok güzel kalkan iki baş rol oyuncusunun hakkını vermemiz gerekiyor. Özellikle Juliette Binoche'un performansı o kadar iyiydi ki zaten kendisi Cannes'da en iyi kadın oyuncu ödülüne layık görülmüş. 


Film diyalogların yanı sıra görsel olarak da çok başarılı. Ben şahsen "yansıma çekimlerine" bayılan biriyim. Yansıma çekimi diyerek kastettiğim şey yönetmenin kameranın açısını değiştirmeden etraftaki yansıtıcı ayna ve cam gibi yüzeyleri kullanarak bizim normalde göremeyeceğimiz yerdeki aksiyonları ,detayları bize göstermesi aslında. Filmde bunun sıkça ve mükemmel bir biçimde kullanıldığını görebiliyoruz. Bunun dışında filmin sonunda otel içindeki sahnede kuşun gölgesi ve kanat çırpma sesiyle yapılan görsel bir oyun yakaladım. Ayrıca araba ile gezdikleri sahnede araba camından yapılan bize hem şehrin güzelliğini hem de ikilinin diyaloğunu yansıtan müthiş çekime de ayrıca hayran kaldım. Bu iki anın fotoğrafını incelemenin içinde bulacaksınız. Filmde gerektiğinde el kamerası ,gerektiğinde sabit ama dönen bir kamera görüyoruz. Bu açıdan da çeşitlilik olduğunu söyleyebiliriz. 


Film öncelikle bize orijinal ve sahte kavramlarını sorgulatıyor. Bir tabloya baktığımızda onun orijinal veya inanılmaz benzerlikte taklidi olması onun değerini azaltır mı sorusunu soruyor bize. İnsanlar romantik olmaya yatkındır genelde ve bu yüzden orijinal tablo insanlara daha çekici gelir. Fakat tabloyu aslında güzel yapan o tablonun var olmasıdır diyebiliriz. Elbette tabloya Leonardo Da Vinci'nin fırçasının değmesi ona ayrıca bir romantiklik katıyor olabilir ve bu bizim o tablodan aldığımız hazzı arttırabilir. Bu bize aslında hayatın aslında bizim üzerimizden anlamlandığını gösteriyor. Biz o tablonun ünlü bir ressamın elinden çıktığını düşündüğümüz için o tablonun değeri gözümüzde birden artmış oluyor. Bu da perspektif denen olguyu öne çıkarıyor. Eğer biz bir sanat eserine değer veriyorsak bu bizim ona olan bakış açımızla oldukça bağlantılı. Bir sanat müzesinde yere konulan gözlüğe insanların ilgisini hatırlayalım. Onun ne kadar ilginç bir sanat eseri olduğunu düşünüyorlardı ama aslında ortada normal ve sıradan bir gözlük vardı. Bu durum filmde James'in söylediği gibi sadece sanat için geçerli değildir. Bu aslında hayatımızın kendisiyle doğrudan ilgilidir. Bir insana aşık oluyor olmanız sizin ona olan bakış açınızla,ona atfettiğiniz değerlerle alakalıdır. Güzelliğin on para etmez bendeki aşk olmasa demiş Aşık Veysel ve çok doğru söylemiş. Aslında bizim karşıdaki kişiye olan hislerimiz ve düşüncelerimiz onu sevmemizi veya nefret etmemizi sağlar. Platonik aşkınız karşılık bulabilir fakat sizin o kişi hakkında düşünceleriniz gerçeklerden uzak olabilir ve siz o kişiyle bir ilişki yaşamak istemeyebilirsiniz. Bu durumda gerçekler kafanızda kişiyi sevdiren özelliklerin değişmesine yol açmıştır. Özetle aslında bir cismin,tablonun veya kişinin değeri onun size nasıl sunulduğu ve sizin ona baktığınızla oldukça alakalıdır. Mona Lisa tablosunda esas olan ortaya çıkan iş ve hatta Mona Lisa'nın güzelliğidir. Elbet orijinal tabloyu görmek insanın hayatına bir romantizm katıyor olsa da sahte tabloların değersiz veya anlamsız olduğunu iddia etmek yanlıştır. 


Parayı ele alalım. Para dediğimiz şey birkaç metal ve kağıt cisimden başka bir şey değildir aslında. Fakat biz toplumlar olarak ekonomiyi yaratmışız ve para denen cisimleri ekonominin araçları olarak kabul etmişiz. Benzer bir şekilde pırlanta,altın gibi cisimlerin aslında özlerinde değerleri yoktur fakat biz nadir ve parlak olmanın güzel olduğunu kabul ettiğimiz için onlara oldukça para harcıyoruz. Peki oldukça benzer sahtelerini kullanmak yerine servetlerimizi değerli madenlere,takılara yatırmanın anlamı nedir? Fakat insanlar psikolojik olarak pahalı olanın daha kaliteli, güzel olduğunu düşünmeye eğilimlidirler. Bununla alakalı National Geographic'te iki deney görmüştüm. Birinde aynı şarabı diğerinde ise aynı pastayı farklı etiketlerle insanlara satıyorlardı. Tabii ki daha pahalı daha kaliteli görünen şarap ve pasta insanların çok daha hoşuna gidiyor. Benzer bir şekilde insanlar içeriği tamamen aynı olan üründen pahalı olmaya daha yatkınlar. Reklamcılar bizim bu özelliklerimizi bildiği için reklamlarında ve pazarlama stratejilerinde insanları manipüle etmeye çalışırlar. 


Tekrar orijinal ve sahte konusuna geri dönelim. Filmde öyle bir an geliyor ki biz James ve Elle'nin aslında 15 yıldır evli olduğunu düşünmeye başlıyoruz çünkü bizi buna zorluyorlar. Özelikle ilk izlediğimde oldukça kafam karışmıştı bu konuda ,fakat ikinci kez izlediğimde ikisinin de rol yaptığını ama bu rolün oldukça gerçekçi olduğunu çok net bir şekilde anladım. Bu durumu ayırmak çok kolay değil çünkü Elle ve James'in zaman zaman sinir krizlerine girip sahte ama gerçek tartışmaların içine girdiklerini görüyoruz. İşte burada anahtar bu tartışmaların sahte ama gerçek olması. Yani yine aslında konunun ucu bize dayanıyor. Bizim sahteyle ,gerçeği ayırmakta çok başarısız olan zihnimize dayanıyor. Evet aralarındaki kavgalar ,yaşanmışlıklar ve hikayeler yalan olsa dahi o an yüksek sesle kavga ediyor olmaları , ağlamaları gerçek olan şeyler. Bu gerçeklerin film özelinde bizim üzerimizde etkisi var ve aslında önemli olan şey de budur. Abbas Kiarostami filmi içerisinde yarattığı alegorik çift üzerinden bizim gerçeklik algımızı paramparça ederken diğer bir yandan film içerisinde tartıştırdığı tezlerinin gücünü gösteriyor.