24 Mayıs 2016 Salı

The Name of the Rose Film İncelemesi

Merhaba sayın okurlarım. Kısa bir aranın ardından yeni bir inceleme yazma fırsatı bulmuşken bunu kullanmak istedim. Eminim sizler de 2-3 günde bir inceleme yazmama alışmıştınız ama maalesef artık o kadar zaman bulamıyorum. Merak etmeyin özellikle finallerimden sonra ,yazın blogumu doldurmak için bolca boş vaktim olacak. Mayısın 23'üncü günün akşamında canım oda arkadaşım ve başlangıçta bazı yazılarımda "editörlük yapan" Ferhat Ozan adlı arkadaşımın önerisiyle Umberto Eco'nun ünlü eseri Gülün Adı'nın sinemaya uyarlanmış versiyonunu izlemeye karar verdim. Kısaca yorumlamak gerekirse akıcı ve mesajları oldukça net bir film. İzlerken sıkılmadım. Zaten filmin uzunluğu da 2 saat 10 dakika olduğundan dolayı izlemesi de zor değil.

Filmde müzikler çok fazla yer kaplıyor . Bana kalırsa bazen yönetmen sessizliği kullanmayı bilmeli. Filmde müzik bu kadar çok kullanıldığı zaman izleyici yönlendirilmiş oluyor. Ne zaman ne hissedeceğini müziklerden anlıyor ve bu kişinin filme kendi gerçekliğini katmasının bir nebze önüne geçiyor. Görsel açıdan da güzel bir film izledim diyebilirim. Öncelikle bütün kıyafetler, dekorlar ,görkemli manastır ve doğa manzarası film boyunca ilgimi çekti. Doğa manzaraları ve manastırı çokça defa geniş açılardan önümüze sunmuş yönetmen Jean-Jacques Annaud. Bu yazıyı yazarken okuduğuma göre manastırı filmi çekmek için baştan yaratmışlar. Gerçekten mükemmel bir iş çıkardıklarını söyleyebilirim.

İlk 20-30 dakika boyunca filmin hızı biraz yavaştı diyebilirim. Sinemaya uyarlanmasından dolayı mı bilmiyorum ama filmin başları daha çok karakterleri izleyiciye tanıtmak üzere kurgulanmış ve hikayeye veya verdiği mesaja pek katkısı bulunmuyor bana kalırsa. Filmin başından sonuna kadar pek sevmediğim şeylerden biri ise William of Baskerville'in adeta bir Sherlock Holmes kusursuzluğunda olması. Olaylara bakışı bütün diğer insanlardan farklı ve kusursuza yakındı . Bu durum filmin gerçekçiliğini azalttığı gibi verdiği mesajların etkisini de azaltıyor bence. Evet filmde gerçekten bilginin ne kadar önemli olduğuna dair bir sürü diyalog duyuyoruz ve William'da bilgiye değer veriyor ,fakat bu bilgilerin William'ı kusursuz bir şekilde doğru hedeflere doğru sonuçlara götürmesi filmin gerçekçiliğini ciddi bir şekilde düşürüyor. Ya da başka bir değişle William dahil bütün karakterler aslında birer aktör ve bütün hikayeyi William'ı kitapla buluşturmak ve sonunda bir mesaj vermek kaygısıyla canlandırıyorlar. William'ın bilgeliğine bir gerçeklik katmak için biraz daha kusurlu bir karakter olması gerektiğini düşünüyorum. Zaten bilge olmak daha öğrenecek çok şey olduğunu bilmek durumudur aynı zamanda. Filmde bununla ilgili William'ın şöyle bir repliği var: "Adso, if I knew the answers to everything, I would be teaching theology in Paris."

William aslında bir keşişin sahip olmaması gereken sürekli öğrenme isteğine sahiptir. Keşişler filmde de bahsedildiği gibi bilgiyi ilerletmek gibi bir amaç gütmezler , onu sadece muhafaza etmekle görevlidirler. Bilgiyi sorgulamak değil ,ezberlemek önemlidir. Gülmek günahtır, esas olan tanrı korkusudur. İnsanlar öğrenmeye başladıkça sorgulamaya başlarlar ,sorgulamaya başladıkları vakit bilinmeyenlerin yüce açıklayıcısı olan tanrıdan o kadar uzaklaşırlar. Bilmemek de korku ve çaresizlik yaratır. Bu korku ve çaresizliği gölgede bırakabilecek şeylerden biri güldürüdür. İnsanlar gülmeye başladıkları bir şeyden korkamazlar. Korkamadıkları zaman kendilerini çaresiz hissedemezler. Çaresiz hissedemedikleri vakit ise tanrıya sığınma ihtiyacı duymazlar. Tanrı inancı adına en tehlikeli olan ise dalga geçen ve sorgulayan insanların keşişler ,düşünür ve okuyan kişiler olmasıdır. Bunun nedeni ise keşişlerin insanları etkileme gücü olmasıdır. Eğer sıradan halktan bir insanız küçük çevreniz dışında etki yaratmanız pek mümkün değildir. Bu nedenle Aristo'nun kitabının keşişler tarafından okunması sakıncalıdır.

Gözüme çarpan diğer konular ise engizisyonun gücü , tarikatların birbirlerini kafir ilan etme çabası. Engizisyonun gücü ağır bir şekilde hissediliyor filmde. Engizisyon zaten bildiğimiz kadarıyla Avrupa'da özgür ve rasyonel düşüncenin önündeki en büyük engellerden biri. Zamanında Galileo'yu da durduran yine aynı Engizisyon. Ne zaman ki  Engizisyon yenilgiye uğruyor o zaman Rönesans başlıyor. Ama engizisyon yenilene kadar engizisyona karşı çıkan kişiler kafir ilan ediliyor. Engizisyon yargıcının söylediklerini sorgulamak büyük bir hata , yoksa kendinizi hapiste bulmanız çok zor değil. Aynı şekilde film sırasında tarikatların tartıştığı bir konu: İsa zengin miydi fakir miydi? Herkesin bir düşüncesi var fakat uzlaşmaları hiçbir şekilde mümkün değil. Zaten uzlaşmaya gelmekten çok kendi düşüncelerini dayatmak için tartışmaya geliyorlar bence tarikatlar. Hepsi birbirine göre kafirdir. Bu kafir yaratma kavramı aslında bir nevi savunma mekanizmasıdır. 
Bu durumun AKP ve RTE'nin politikalarını beğenmeyen insanların vatan haini ilan edilmesinden pek farkı yoktur. Tek doğrucu sistem hainlerini yaratır. Tek doğruyu yanlışlamaya çalışmak ya da en azından tartışmaya açmak bile sürüden farklı olmak yani hain olmak için yeterlidir. Eğer farklıysan yani bir kafirsen veya hainsen seni suçladıkları zaman meşruiyet zemini yaratmakta güçlük de çekmeyecekledir. Filmdeki kız gibi fakirsen mesela bir orospu damgası yiyeceksin. 

Kızdan bahsetmişken , kadınların cadı gibi görüldüğünü es geçmememiz gerekiyor. Filmdeki bir çok bölümde olduğu gibi kadınların neredeyse şeytanla eş tutulduğunu görüyoruz. Bu da aynı şekilde din adamlarının çoğunlukla erkeklerden oluşması ve erkek egemen bir dünya olmasının bir sonucu. Erkekler bu şeytanlar tarafından kandırıldıkları zaman cinsel ilişkiye girerler. Sırf bu yüzden Adso sevdiği hoşlandığı birine sevgisini gösterirken çekiniyor. Filmin sonunda kızı yanına almadığı için pişman olmadığını belirtiyor fakat ben dürüst olduğunu düşünmüyorum. Bu düşüncesi kendini İsa'nın öğretileriyle kısıtlamış bir beynin  , taktığı keşiş maskesinin altından konuşan bir insanın sözleridir. Zaten bana kalırsa ne Adso ne de William için keşiş olmak ideal senaryo değildir.

Film hakkında yazabileceğim şeyler şimdilik bunlarla kısıtlı. Eğer sonuna kadar okuduysanız teşekkür ederim. Bir sonraki yazıda görüşmek üzere... Chao!




17 Mayıs 2016 Salı

A Man Escaped Film İncelemesi

Au Hasard Balthazar filminin çok hoşuma gitmesinden sonra Bresson'un filmlerini araştırırken karşıma A Man Escaped çıktı. Tabii ben de filmi izleyip üstüne bir yazı yazmadan edemedim. Film Naziler tarafından hapse tıkılmış bir adamın o hapishaneden kaçış hikayesini anlatıyor. İzlediğim bu ikinci Bresson filminde yine benzer karakteristik Bresson etkileri var filmde ve şahsen bu etkilerin bir kısmı gerçekten hoşuma gidiyor. Girizgahı çok uzatmadan filmden bana kalanları size anlatmaya başlayayım.

Öncelikle Bresson'un sinemaya bakışını Au Hasard Balthazar yazısında anlatmaya çalışmıştım. Filmde pek müzik duyduğumu hatırlamıyorum. Filmde ses etkili bir biçimde kullanılmış. Filmde hiç bir infaz sahnesi göremiyoruz fakat ne zaman bir infaz gerçekleşse silah sesi duyuyoruz. Bu durum filme hücreden bir bakış yakalamamızı sağlıyor ve hücredeki korku ortamına katkıda bulunuyor. Sesin görmediğimiz hikayeyi bize anlatması gibi bir özelliği var. Buna infaz örneği dışında gardianın gelişini hep duymamız,saat başı olduğunu siren sesinden anlamamız söylenebilir. Film sırasında istemeden gardianın tıkırtısından korkar bir hale geldim çünkü Fontaine'nin yakalanmasını istemiyordum. Bu açıdan sesin kullanımı gerçekten hikayenin bize daha fazla geçmesini sağlıyor.

Filmde tiyatral bir anlatımdan yine kaçınılmış. Oyuncuların suratlarına bakarsanız dümdüz ve bize bir şey anlatmayan duvarlar görürsünüz. Bresson filminin bu özelliği izleyicinin kendi gerçekliğini yarartmasına imkan sunuyor. Bresson'a göre eğer oyuncular gerçekten oynarlarsa kendi gerçekliklerini filme dayatmış olacaklar ve bu kesinlikle istenmeyen bir durum. Ayrıca filmin diyaloglarında da gerçekten bir sadelik görüyoruz. Tüm bu değindiğim detaylar filmi sadeleştirdiği için filmi izlemek gerçekten daha kolay bir hal alıyor. Bu durum da akıcılığı ve anlaşılırlığı arttırıyor. Özellikle bir Bergman filmi izleyip ardından Bresson'la devam ederseniz bu sadeliği çok net bir şekilde görebileceğinize inanıyorum.

Filmin meselesine değinelim biraz da... Filmin sonu aslında zaten filmin adında veriliyor. Bence burada bile film adına bir mesaj var. Aslında kaçabilmek veya kaçamamak filmin konusu değil. Bresson'un bize vurgulamaya çalıştığı şey Adamın kaçmaya karar verdiği andan itibaren kararlılıkla ve yılmadan bu planını uygulamaya çalışması. Sonu ne olursa olsun , bir hücrenin içinde tıkılı kalmayı kabullenmeden, Nazi zulmüne boyun eğmeden ve hayattan umudunu kaybetmeden yaşaması önemliydi Fontaine'in. Öyle bir hırs ki hayattan artık hiç bir beklentisi kalmamış , onunla başlarda konuşmaya bile yeltenmeyen ,komşu hücresinde kalan yaşlı adamı bile etkileyip onun battaniyesini kaçış aracı olarak kullanmasını sağlıyor. Diğerleri gibi İncil okuyup veya bir şeyler yazıp , düşünerek bunun üzerinden bir mutluluk arayışına girmiyor , çünkü durumu kabullenmek onun için en zor şey. Daha önce söylediğim gibi sonucu hiç önemli değil. Önemli olan tek şey tutsaklığı reddetmek. Filmin başında söylediği gibi ölüm gününü bekleyen bir tutsak olmaktansa , ani bir infaz onun için daha iyi bir seçenek. Filmde hapishane rutinini ve bunaltıcılığını üzerimizde hissediyoruz. Her sabah kontrol var. Yüzlerini yıkadıkları ve yemek yedikleri saatler hep belli. Bu insanın üstüne gelen iğrenç rutinden kaçmanın tek yolu kaçmayı denemek. Fontaine tabii ki bir anda aslana kaplana dönüşmüyor. Fontaine aşamalı bir gelişme katediyor film boyunca. O karamsar hapishane ortamında bile kaçma düşüncesini destekleyen küçük umutlara tutunup bu düşüncesini ayakta tutuyor, daha önce kaçmayı deneyip kaçamayan arkadaşını görmesine rağmen. Odasına gelen çocuk ve infaz kararı bütün planıyla önündeki bütün şüphelerini kaldırıyor. Fakat Fontaine de bir insan ve planı yapmakla , uygulamak farklı şeyler. Kaçış sırasında Fontaine'nin teklediği ve heyecanlandığı sahnelerde onunla empati kurabiliyoruz şişirilmiş Holywood karakterlerinin aksine daha gerçekçi ve bizden biri Fontaine.

İster izledikten sonra "en zor durumda bile her zaman çözüme dair bir umut vardır" gibi ulvi bir mesaj arayışına girin , ister sadece hikayenin keyfine varın iki durumda da zevk alacağınız bir film A Man Escaped.

12 Mayıs 2016 Perşembe

Au Hasard Balthazar Film İncelemesi

Sitop'un şiirsel sinema etkinliği aracılığıyla izlediğim Türkçesi Rastgele Balthazar olan Robert Bresson filmi gerçekten benim şu ana kadar izlediğim filmlerin çoğundan farklı bir yerdeydi ve bu yüzden hakkında bir şeyler yazmak istedim. Etkinlik sırasında öğrendiklerimden ve okumalarımdan Bresson'un sinemaya bakışının birçok yönetmenden çok farklı olduğunu anladım. Özetlemek gerekirse Bresson'a göre sinema ve sinematografi diye iki alan var. Sinema para kaygısı güdülen ve tiyatronun tekniklerinin ağır bastığı (aktörün izleyiciye doğrudan bir şeyler hissetirmeye çalışması gibi) bir alanken, sinematografi kar amacı gütmeyen ve sinemanın tiyatrodan farklı bir sanat olduğunu insanlara gösteren,hissettiren bir alandır. Bresson'a göre oyuncular birer modeldir ve modeller mümkün olduğunca duygudan uzak bir şekilde yer almalıdır filmde. Bunun nedeni eğer oyuncular oynamaya başlarlarsa filme kendi gerçekliklerini yerleştirmiş ve izleyiciye de bunu anlatmış oluyorlar, fakat Bresson'a göre bunu biz çıkarmalıyız ve oyunculuklar bizi etkilememeli. Bu nedenle filmlerinde bildiğim kadarıyla profesyonel oyuncu pek kullanmamış. Bu bilgiler ışığında Nuri Bilge Ceylan'ın Bresson'ndan inanılmaz bir şekilde etkilendiğini düşünüyorum. Kış Uykusu'nu izlediyseniz bilirsiniz , karakterler hep muallakta bir yerdedir ve izleyiciyi ekstra bir yönlendirme içine sokmazlar. Nuri Bilge Ceylan'ın etkilenmesini düşünmemdeki başka bir sebep ise Kış Uykusu'nda kullandığı müzikle bu filmdeki müziğin aynı oluyor olması. (Schubert's Piano Sonata No 20 in A Major )Şunu söylemeliyim ki bu filmi izlemek benim sinema hakkındaki ufkumu gerçekten genişletti. Yer yer sıkıcı ve sürekli takip etmekte zorlandığım bir film olsa dahi filmin sonuna geldiğimde gerçekten beni etkileyen bir film oldu Au Hasard Balthazar.

Gelelim filmin biraz daha spesifik incelemesine. Filmin başrolünde adı Balthazar olan bir eşek var. Filmi izlemediyseniz bu dediğime şaşırabilirsiniz ama evet gerçekten öyle. Balthazar'ı doğumundan ölümüne kadar izleme şansı buluyoruz. Filmde geçen olayların hepsi bir şekilde Balthazar'a bağlanıyor. Bu noktada aslında bana göre Balthazar insanların içindeki kötülüğün ve iyiliğin gösterilmesinde bir araç olarak kullanılıyor. Balthazar daha küçük bir sıpayken sevgi görüyor ve ona iyi bakılıyor , fakat büyümeye başladığından itibaren ağır işlerde çalıştırılıyor ve kötü davranılmaya başlıyorlar. Bu kötülüklerin bir kısmı onu sevdiğini iddia eden kişiler tarafından isteyerek veya istemeyerek yapılırken , bazıları da gerçekten kötü olan karakterlerden geliyor. Aslında Balthazar'ı bir noktada Dogville'deki Grace karakteriyle benzetmemiz mümkün. İki karakter de insanların içindeki kötülüğü dışarı vurmasında ve bize göstermesinde bir araç görevi görüyor. İnsanlar Balthazar'ı sadece işine yaradığı zaman seviyorlar, eğer onların belirlediği görevleri tamamlamazsa (kendini sevdirmek, samanları ,yükleri taşımak ) sopa yiyor. Bu aynı zamanda insanların bencilliğine yapılan bir vurgu olarak da görülebilir. Bu kötülük ve bencillik aslında film boyunca Marie'nin de maruz kaldığı şeylerdir. Marie'nin Balthazar'ı bu kadar sevmesinin altında kendiyle ilişkilendiriyor olması yatıyor olabilir.

Filmin final sahnesi mükemmel tasarlanmış gerçekten. Balthazar koyunların ve kuzuların "şefkati ve sevgisi" arasında huzurlu bir şekilde ölürken buluyor. Şefkati ve sevgiyi nasıl anladın diye sorarsanız ,buna cevabın sinemanın gücü ve benim hayal gücümün bir ortaklığı diyebilirim. Zaten başarılı filmleri başarılı yapan üzerine düşünülebilir ve tartışılabilir filmler olmasıdır bana kalırsa. Filmde bence verilmek istenen tek bir mesaj yok. Bresson bizlere sadece Balthazar ve Marie'nin başından geçenleri hissettirmek istemiş. Bunun üstüne nasıl yorum yapacağımız ve hissedeceğimiz tamamen bizim elimizde. Eğer filmi izlemediyseniz gerçekten izlemenizi ve bu değişik "sinematografik" deneyimi tatmanızı öneriyorum.

8 Mayıs 2016 Pazar

Wild Strawberries Film İncelemesi

Wild Strawberries benim izlediğim ikinci Bergman filmi ve film sırasında izlerken aldığım notlardan faydalanarak size filmden bana geçen noktaları anlatmak istiyorum. Bergman hem Seventh Seal hem bu filminde izleyiciye hissetirmek , düşündürmek istediği konuları ana karakterle kurduğu empati üzerinden aktarıyor. Ana karakter bu filmde ömrünün son demlerindeki Isak Borg.

Film Isak Borg'un nasıl yalnız kaldığını kibirli bir şekilde yorumlamasıyla başlıyor. Aslında hayatımızda bir çoğumuz Isak Borg'a benzer bir şekilde insanları eleştirip kendi eksiklerimizi hatalarımızı görmezden gelip peygambermişiz gibi kibirli olabiliyoruz. Elbet her insanın sevdiğimiz ve sevdiğimiz yönleri olacak ve önemli olan onlardan uzaklaşmak yerine onlarla buluşabileceğimiz en uygun yerde ilişkimizi sürdürmek. Burada önemli olan şey kibirli olmamak. Filmde gördüğümüz ikinci karakter evdeki ev işleriyle ilgilenen kadın. Film üzerinde bu kadınla birlikte başlamak üzere bir çok toplumsal cinsiyet rolleri göndermesi bulunmakta. Isak kendi valizini toplamakta, kahvaltsını hazırlamakta yani kısacası ev işlerinde pek becerikli değil. Onun yerine evdeki işleri yapması için bir "kadın" var.  Kadın sigara içemez , çünkü sigara içmek erkeğe yakışan bir eylemdir. Yolculuk sırasında yapılan kazada adamın "arabayı kadın kullanıyor
du" demesi gibi bir çok gönderme vardı filmin içinde. 

Kronolojik sırayla devam etmek gerekirse sırada Isak'ın gördüğü rüya var. Bu rüya Isak'ın bilinçaltını anlamamızı sağlıyor. Rüyaları insanların kendilerine dürüst olduğu kesitler olarak değerlendirebiliriz. Rüyalarda insanlar kendi korkularıyla, düşünceleriyle yüzleşirler. Rüyalarında geleceği gördüğünü iddia eden bazı üstün yetenekli insanlarn aksine rüyamızda düşünmediğimiz veya daha önce görmediğimiz hiçbir şeyi görmemiz mümkün değil. Bu rüyadan benim anladığım şey Isak'ın öncelikle yolunu kaybetmiş olması. Sokaklar arasında kayboluyor ve yolunu bulamıyor. Saate bakmak istediğinde akrep ve yelkovanın yokluğu onun aynı zamanda zaman içinde kaybolmuşluğunu da temsil ediyor. Yüzü olmayan ve yok olan insan onun yalnızlığını simgeliyor. Atsız at arabası yolunu kaybetmişliğin bir simgesi ve tüm bu içinde bulunduğu durum onun ölüm denen olguyla yüzleşmesini sağlıyor.

Isak'ın içinde bulunduğu bu durum onu yaşamını gözden geçireceği uzun araba yolculuğuna sürüklüyor. Isakla beraber onu sevmeyen gelini de yolculukta onunla birlikte. Isak tabii ki hayat hakkında her şeyi bildiği gibi kadınları da çözmüştür. Ona göre kadınlar dedikodu yapmak,ağlamak ve dedikodu yapmaktan çok hoşlanırlar. Isak gibi yaşı ilerlemiş insanlar genelde değişime gittikçe uzaklaşırlar. Hayatlarında belirli doğrular vardır ve onlar hiç bir şekilde değişmezler. Isak' a göre ona olan borç her ne olursa ödenmeliydi. Gelin yolculuk sırasında hiç bir çekincesi olmadan Isak hakkındaki düşüncelerini doğrudan aktarmaktan çekinmiyor. Böylelikle Isak gerçeklerle direk olarak yüzleşme fırsatı buluyor. Hayatının 20 senesini geçirdiği yazlığa yol üzerinden uğrayan Isak rüyayla karışık bir şekilde o evde geçen olayların arka planlarına bakıyor. Sahip olduğu kibrin sevdiği kadının onunla olan samimiyetini ve iletişimini kötü olarak etkilediğini fark etmesini sağlıyor. Hayatta Isak'ın düşündüğü gibi kesin doğrular yoktur. Bazen çok ağır işiten bir adama şarkı yazmak bile yeterince anlamlı bir hediye yerine geçebilir her ne kadar dünyanın en işlevli hediyesi olmasa bile.

Filmde geçen başka bir konu tanrı,din ve ölüm üçlüsü. Ölümün eşiğinde olan insanlar için din gerçekten önemli bir dayanak noktası diyebiliriz. Özellikle de insanlar yaşlandıkça hayatlarının amaçlarını kaybetmeye başladıkça sarılabilecekleri en kolay şey din olmaya başlıyor. Din hem onlar için bir uğraş hem de ölüm korkusunu bastırabilecek bir araç. Filmden alıntılamak gerekirse "İnsanlar için din , ağrıyan organlar için bir afyondur." . Bu diyalog bir şiirle devam ediyor:
Şafak vakti, aradığım arkadaş nerede ?
Gece çöktüğünde, onu hala bulamamıştım.
Yanan kalbim bana onun izlerini gösteriyor.
Çiçeklerin açtığı her yerde, onun izlerini görüyorum.
Onun sevgisi tüm havaya karışmış.
Sesi yaz rüzgârında uğulduyor.”
Bu şiirde bahsettiğim durumdaki bir insanın yani yanan kalbim tanrıya ulaşmasının kolay olmasına bir vurgu var. İnsan bulmak istediği zaman tanrıya ait izleri her yerde güçlük çekmeden bulabiliyor.

Filmde temel olarak Isak'ın yaşadığı şey gerçeklerle yüzleşmek. Gerçekle yüzleşmek aynada kendine bakmak ve dolunayın kendini parlak bir şekilde göstermesi gibi metaforlar kullanılarak anlatılıyor. Sara'nın sözleri çok önemli: " O kadar çok şey biliyorsun ve hiç bir şey bilmiyorsun." Isak ne kadar başarılı ve bilgili bir doktor olursa olsun bu durum sadece onun kibrini beslemektedir. Bu yüzden kendi hayal dünyasından çıkıp gerçeklerle yüzleşmek onun bu kibrini zedelemektedir. Isak bir kapının önüne geliyor ve eline bir çivi batıyor. Bu çivi ona fiziksel ve inkar edilemez bir acı yaratıyor. Aslında Isak'ın yolculuk boyunca öğrendiği ve düşündüğü şeyler fiziksel acı gibi yadsınamaz bir gerçeklikte onun içini acıtıyor. Aynı rüyanın devamında Isak adeta Kafka'nın Dava kitabındaki gibi absürd bir davanın içinde buluyor kendini. Bu dava onun hayat boyunca yaptıkları ve kazandıklarını sorgular nitelikte. Çok güvendiği doktorluk becerileri hüsrana uğruyor. Dava sırasında Isak üç farklı sebepten dolayı suçlanıyor ve bu suçlamalar eşi tarafından yapılıyor. Duygusuzluk, bencillik ve acımasızlık... Isak'ın sahip olduğu bu üç özellik onun yalnız kalmasına sebep oluyor. Bu rüyanın sonunda Isak'ın karakterinin kırılmaya başladığını
görüyoruz. Ona ev işlerinden yardım eden kadın Agda'dan özür dilemesi buna bir örnek. Ses tonu ve yüz ifadelerinin de yumuşadığını görebiliyoruz.

Bergman filmlerinde izleyicileri düşündürmek isteyen bir yönetmen. Bu yazdıklarım benim aklıma takılanlar.  Umarım faydalı bir yazı olmuştur.

1 Mayıs 2016 Pazar

Seven Samurai (1954) Film İncelemesi

Merhaba çok sevgili bloggerlarım. Yurtta oturduğum bir pazar gününde acaba hangi filmi izlesem diye dolaşırken Tarkovsky'nin en sevdiği 10 filme bakayım dedim. Filmlerin arasından Akira Kurosawa'nın Seven Samurai filmi ilgimi çekmişti. Daha önce pek Asya sinemasından film izlediğimi söyleyemem. Bu yüzden 3 saat 27 dakikalık uzunluğuna rağmen Seven Samurai izlemeye karar verdim. 1 Mayıs işçinin ve emekçinin bayramında çiftçilerle ilgili bir film izlemek de tesadüf oldu. Şimdi film hakkında okuduğum ve filmden bana geçen ayrıntıları detayları paylaşmak istiyorum.



Öncelikle filmde sahne geçişlerinin çok hızlı olduğunu fark ettim. Bu kadar çok hareketin ve aksiyonun olduğu bir filmin bu kadar hızlı sahne geçişleriyle izleyiciye aktarılması savaş anını daha hareketli bir şekilde yaşamamıza sebep oluyor. Filmde yöresel müzikler yer yer kullanılıyor ama müzikler hiç bir şekilde filmin önüne geçmiyor. Filme doğallık katan ögelerden biri sesin kullanımı. Filmdeki köy dağların , ormanların arasında doğal bir ortama sahip. Her yerde çiçekler var. Aslında saldıran haydutlar da olmasa çok güzel bir yer. Bu ortamın üstüne filmde çokça duyduğum rahatlatıcı doğa sesleri de eklenince filmi izlerken insan kendini rahatlamış hissediyor. Bunları örneklendirmek gerekirse kuş sesleri ve özellikle akarsu gibi sürekli bir su akışının duyulması diyebiliriz. Filmin teknik kısmında değimek istediğim önemli bir şey ise bu filmde oyuncu olmanın zor bir şey olması. Filmi izlerken özellikle savaş sahnelerinde kendimi yorulmuş gibi hissettim. Tüm o yağmurun çamurun içinde düşüp kalkıp oyunculuk yapmak ve bunu izleyiciye hissetirmek kolay bir iş değil. Aynı şekilde o anları kameraya almak o kadar kolay bir şey olmasa gerek. Film sırasında hiç bir duygu hiç bir aşama üstün körü geçilmemiş. Savaş ne kadar uzun sürüyorsa o kadar uzun çekilmiş. Köylülerin tüm hazırlık aşamalarını ve samurayların tek tek nasıl toplandığını görüyoruz filmde. Filmde gerçekten bir çok konuda inanılmaz emek harcandığı belli. Benzer bir şekilde bizim de aynı emeği izlerken

Film korkak ve yılmış çiftçi köyünün cesur ve kendini savunabilecek bir köye dönüşümünü gösteriyor. Bunun yanında her biri birbirinden farklı yedi samurayın karakterlerini de tek tek inceliyor. Günümüzde bütün dövüş sanatlarının bize anlattığı temel şey bunların insanları incitmek için yapılmadığı. Film özelinde samuray olmayı bir güç elde etmek olarak nitelendirebiliriz. Gücü iyi veya kötü kullanmak samurayların kendi ellerinde. Eğer iyi kullanırlarsa savaşan yedi samuray gibi olurlar. Kullanmazlarsa köye saldıran haydutlar haline gelirler. Fakat en temelinde filmde de geçtiği gibi köylülere yapılan kötülüğün temelinde de bu güç yatıyor. Çiftçilerin bu güç tarafından yozlaştırıldığı ve üçkağıtçı,kaba,hain,cimri insanlar haline dönüşmek zorunda kaldıklarını söylüyor. Ben böyle analizleri çok seviyorum. Bir tarafı veya bir kişiyi tamamen iyi veya tamamen kötü olarak göstermek anlatıyı çok büyük şekilde zayıflatıyor. Bu yüzden , evet çiftçiler mağdurdur ama kusursuz dürüst insanlar değildir. Aynı şey samuraylar için de geçerlidir. Bazı samuraylar iyilik yapmaya çalışıyor gibi bile görünseler sadece kendi egolarını tatmin etmek için savaşıyorlar. Başka bir açıdan ise samuray olma kavramını daha yüce bir şey olarak kabul ettikleri için ve bunu sürdürmek istedikleri için savaşıyorlar.

Filmin sonunda kazananlar çiftçilerdir . Onlar mutludur çünkü haydutları "başarıyla" savuşturup köylerini istiladan kurtarmışlardır. Fakat kalan samurayların ellerine hiç bir şey geçmemiştir çünkü çiftçiler hiç bir arkadaşını veya samurayı kaybetmemiş gibi , hatta belki hiç bu savaş yaşanmamış gibi keyiflerine bakabilecek, eğlenebilecek , gününü kurtarmaya bakan insanlardır. Bu durumda kendilerine sadece mağdur oldukları durumda ihtiyaç duyulan samuraylar hiç bir şekilde saygınlık kazanmadıkları gibi kadınların aklını çelebilecek ve onların olası eşlerini çalabilecek kişiler olarak bakılıyorlar. Bu durumda savaşın kaybedeni samuraylardır. Tüm güç savaşı içinde bir hiyerarşi kavramı da var aslında filmde. Korku duyulan haydutlar ve samuraylar bu hiyerarşinin üst tarafındayken çiftçiler alt tarafındadır. Filmin başlarında köylülerden biri çiftçilerin kaderi acı çekmektir diyerek bunu belli ediyor. Çiftçiler kaderlerine razı olmak zorunda gibi hissediyorlardı çünkü güçleri yoktu. Fakat onlar da gücü samurayların yardımıyla elde etmeye başladıkları andan itibaren acıma duygularında bir azalma görülüyor. Ele geçirdikleri esirlere veya savaştıkları haydutlara karşı hiç acıma duygusu taşımıyorlar. Bunun birincil nedeni samuraylar tarafından onlara güçlü oldukları inanıdırılmasıdır

Filmi izlemediyseniz mutlaka izleyin. Biraz uzun bir film olabilir kabul ediyorum. Fakat farklı ve izlemeye değer bir film olduğu da aşikar.