27 Kasım 2016 Pazar

Persona Film İncelemesi

Uzun bir aranın ardından yazımı okumak için bu sayfada buluşan herkese merhaba. Derslerimin ve geri kalan diğer sorumluluklarımın beni sıkıştırması yüzünden bir süre blogumdan uzaklaştım. Sinema tarihinin ve aynı zamanda Bergman'ın en önemli filmlerinden olan Persona ile dönüş yapmak güzel oldu. Bu dönüşüm aynı zamanda Bergman'a ve Persona ya da tekrar dönmem anlamına geliyor. Persona filmini ilk defa Sinema Topluluğu'nun şiirsel sinema etkinliğiyle izlemiştim ve hatta o etkinliğin başka bir filmi Au Hazard Balthazar üzerine yazımı da yazmıştım. Arada geçen yaklaşık 6 aylık süre içinde izlediğim filmlerin sayısını ve çeşitliliğini arttırdım. Bu durum ikinci kez izlediğim Persona filmi üzerine konuşabilmemi sağladı. Blogumda daha önce birçok Bergman filmi üzerine yazı yazsam da Persona birçok açıdan farklılaşıyor. Sevgili yönetmen Ingmar Bergman bana kalırsa bu filminde inanılmaz bir anlatım tekniği uyguluyor ve bu yönden en az Au Hazard Balthazar kadar çığır açıcı olarak nitelendirilebilir. Bu filmde Bergman'ın bir çok imzasını görürken diğer filmlerinde bulunmayan bazı deneysel diyebileceğimiz taraflarını da görüyoruz.


Bergman öncelikle izlediğimiz şeyin bir sinema filmi olduğunu bilmemizi istiyor. Bunu aslında bir çok yönetmen başka başka filmlerinde yapıyor. Nymphomaniac serisinde kameranın görünmesi, Taste of Cherry filminde filmin sonunda yönetmenin ve çekim anının gösterilmesi gibi daha şu an aklıma gelmeyen birçok durum buna örnek olarak gösterilebilir. Bunun birincil nedeni bizim film izlerken dikkatimizi dağıtıp filmin gerçeklerini hayatınkilerle karıştırılmasının istenmemesi. İkincil nedeni ise benzer bir sebepten karakterlerle empati kurmayı ve özdeşleştirmeyi engellemeyi istemektir. Aslında insanlar sinemaya gittikleri zaman gerçek dünyadan çıkmak ve biraz olsun sinemanın büyülü yollarında yürümek için cüzdanlarındaki paraları harcarlar. Bu durum kullanılarak insanlara boş umutlar çok kolay pompalanabilir ve ticari olarak da çok geniş bir kullanımı var bu yüzden. Fakat Bergman filminde o kadar ilginç bir anlatım tekniği uyguluyor ki ( ileride daha detaylı bahsedeceğim ) anlatılan şeyi anlamamız için algılarımızın yapay beklentilerle kirletilmemiş olması gerekiyor. Tarkovsky kendi filmleri için onları anlamak yerine hissetmemiz gerektiğini söyler. Bu durumun bu film için de geçerli olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Eğer filmdeki olayları gerçek dünyada , zamanın gerçek akışında değerlendirmeye başlarsak oldukça anlamsız olduğunu veya bizim filmi anlamak için yeteri kadar zeki olmadığımızı düşünmeye başlayacağız. Bergman filmde bize film izlediğimizi hatırlatmak için ilginç ve garip sekanslar gösteriyor. Bu sekansların ortak özelliği dikkatinizi çok kolay uçuruyor olması. Bir ara filmin bozulduğunu ve farklı bir zamandan devam ettiğini de görüyoruz. Bunların hepsi yukarıda bahsettiğim durumun içine girmeniz için düşünülmüş şeyler. "Asıl film" başlamadan yatağından uyanıp filmi izleyen çocuğun da izleyicileri temsil ettiğini düşünüyorum.


Berkay bu kadar konuştun da ne diyorsun diyenler için asıl kısma geldik. Bence bu filmdeki hiç bir şey gerçek değil. Bergman daha önce de çok defa yaptığı gibi bu filmde de gerçekle ,rüyayı iç içe sokarak bizim kafamızı karıştırıyor. Filmde gerçek olan tek şey filmin kendisi ve Bergman'ın bize aktarmaya çalıştığı hikaye. Filmde gördüğümüz şeylerin çoğu gördüğümüz anlamları taşımıyor aslında. İşte bu yüzden biz onları anlamaya çalıştıkça ve metafor olarak düşündüğümüz şeyler üzerine düşündükçe filmi anlamaktan o kadar uzaklaşıyoruz. Bu yüzden filmi bir kere izlemiş ve üstüne yazı okumasına rağmen anlayamamış insanların filmi edindikleri bilgilerle tekrar izlemesi gerçekten önemli. Filmde bana kalırsa anlatılan hikaye ve baş karakterler dahil her şey filmin gerçekliği içinde sorgulanabilir şeyler. Fakat eğer film üzerine konuşmak istiyorsak belirli kabuller yaparak ilerlememiz daha iyi olur. Filmde psikolojik problem yaşayan en azından bir kişi var ve bütün film kişinin psikolojisini bizlere göstermek filmin birincil amacı. Benim filmi izledikten sonraki ilk düşüncem aslında hasta bakıcı ve aktrisin aslında aynı kişi oldukları.

Hemşire Alma ve aktris Elisabeth'in aynı kişiler olduğunu anlamamız için filmde oldukça ilginç planlar,ışıklandırmalar kullanılıyor ve hikayenin akışı ,sonu yardımıyla destekleniyor. Filmin sonuna doğru karakterler birbirlerine oldukça benzemeye başlıyorlar. Bu benzerlik sadece kılık kıyafetleriyle alakalı değil. Bir süre sonra ikisinin de yüzlerinin sadece bir yarısının aydınlatıldığını görüyoruz. Karakterlerin aynı kişiler olduğunu söylemek de aslında tam doğru değil. Bu iki karakter bir kadının iki ruh halini ve iki tarafını temsil ediyor daha çok. Elisabeth hayatı insanların doğrularına ,beklentilerine göre yaşamış ve rol yapmaktan kurtulamadığı için susmayı seçmiş. Elisabeth için tek kaçış yolu susmak gibi gözüküyor. Fakat Alma ise toplumun normlarına göre yaşadığı hayattan bunalmış ve anlattığı her hatırasında toplum tarafından bastırılmış olmanın izlerini görmemiz kaçınılmaz. Fakat Alma içinde bulunduğu halden dolayı şikayetçi değil. Yani özetle hayatını toplumun ona hazırladığı kafesin içinde yaşamaktan sıkılmış birinin kendi içinde verdiği savaşı izliyoruz. Bu kişi gerek bastırılmış cinsel duygularıyla, toplumun ona dayattığı normal insan algısının onda yarattığı problemleri gözlemiyoruz. Bir yandan bu kişinin kendi hayatına yabancılaştığını da söyleyebiliriz. Alma'nın eve gelen kişinin kendi kocası olup olmadığından emin olmaması buna bir örnek olarak gösterilebilir. Alma film boyunca Elisabeth'i konuşarak pes ettirmeye çalışıyor. İntihar dahil bir çok yöntemi kullanarak onu konuşturmaya çalışırken aslında eski ,"sağlıklı" haline geri dönmeye çalışıyor. Toplumun yaptığı baskıya kendi iç baskısın ekleyerek kendi ruhuna işkence ediyor.


Tüm bu çabalarının boşa olduğunu gören Elisabeth ise ona gülmekle yetiniyor. Elisabeth sürekli bir dinleyici konumunda film boyunca ve Alma ile birlikte bir çok planı paylaşıyorlar. Alma'nın Elisabeth'in gönderdiği mektubu açıp okuması , kendine dürüstleşmesi anlamına geliyor. Aslında biz bütün film boyunca kendiyle hesaplaşan belki de aslında hiç konuşmayan bir kadının iç dünyasının sinemasal olarak dışa vurumunu izliyoruz. Alma film boyunca değişik yollarla kendi zihniyle iletişime geçiyor. Toplumun dışında bir evde geçiyor olması da kişinin kendiyle baş başa kalmasına ve kendi üzerine düşünmesine olanak sağlıyor. Fakat toplumdan bu kadar uzak bir yerde bile aslında toplumun yarattığı baskının , otoritenin zihnimizde olduğunu görüyoruz. Toplumdan fiziksel olarak uzak olsak dahi onun bize ektiği tohumlardan kolayca kurtulamıyoruz çünkü onlar tüm bir yandan artık varoluşumuzu da belirler olmuşlar.

Bu yazımda filmin içindeki bütün gizemleri açıklamak yerine filmin okumasını daha rahat yapmak için öneriler sunmaktı. Elbette incelemenin içinde savunduğum tezlerim yine filmin kendi gerçeklik kavramı içinde çürütülebilir fakat zaten önemli olan haklılıktan çok tartışmayı ayakta tutmak diye düşünüyorum. Söylediğim gibi Alma ve Elisabeth aynı kişiler olmasa bile bu gerçekten önemli değil. Bu yazıyı okuduktan sonra internetteki diğer yazıları da okumanızı kesinlikle öneririm. İncelememi bitirirken sizi filmden güzel iki alıntı ile baş başa bırakıyorum.

"İçimizde taşıdığımız, bu kaygılar, umutsuz düşlerimiz, açıklanamaz zulüm, yok olma korkumuz, dünyevi koşullarımızın farkına varmış olmamız, selamet umudumuzu daha belirginleştiriyor. İnancımızın ve kuşkumuzun geceki haykırışları perişanlığımızın ve ürkütücü farkındalığımızın en korkunç kanıtları oluyor."

"Anladığımı düşünmüyor musun? Var olmayı boş yere hayal etmek. Öyleymiş gibi görünmemek, gerçekten olmak... Uyanık olduğun her an. tetikte... Başkalarına karşı sen ile yalnızkenki sen arasındaki uçurum. Baş dönmesi ve sürekli açlık, açığa vurulmak için. İçinin görülmesi için... Hatta parçalara ayrılmak ve belki de tümüyle yok edilmek için. Sesin her tonu bir yalan, her davranış bir aldatmaca, her gülümseme aslında yüz ekşitme. İntihar etmek mi? Oh, hayır. Bu çok çirkin. Sen yapmazsın. Ama hareket etmeyi reddedebilirsin. Konuşmayı reddedebilirsin. O zaman en azından yalan söylemezsin. Böylece düşünceye dalıp, kendi içine kapanabilirsin. Artık rol yapmaz, herhangi bir maske takmaz ve yalancı davranışlarda bulunmamış olursun. Sen öyle sanırsın. Ama gerçek inatçıdır. Saklandığın yer su geçirmez değildir. Yaşam dışarıdan sızar içeri. Ve tepki vermek zorunda kalırsın. Hiç kimse de bunun gerçek olup olmadığını, sen içten misin yoksa yapmacık mısın diye sormaz. Bu soruların önemsendiği tek yer tiyatrodur. Hatta orada bile fark etmez. Seni anlıyorum Elisabet. Kendini bırakmanı, hareketsiz kalmanı, hayali bir sistem içinde apatiye girmeni anlıyorum."

3 Kasım 2016 Perşembe

Funny Games (1997) Film İncelemesi

Hayattaki tesadüflerin toplamının bir sonucu olarak şu an bu yazıyı okuyan herkese merhaba. Hayatta bana kalırsa tesadüfler ve bu tesadüfleri yaratma gücüne sahip olan ani kararların yeri yadsınamayacak derece büyük. Tesadüflerin gücüne örnek olarak kazara icat edilen buluşları örnek gösterebiliriz. Bu yazının tesadüfle ilgisi de benim Haneke'yi ve Funny Games filmini keşfetmem tamamen tesadüflere dayanıyor. Aslında daha önce Haneke'nin Amour filmine dair bir yazı yazmış olsam da Haneke'yi keşfetmekle yakından uzaktan bir ilişkim olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Filmi izledikten sonra kütüphaneye Bergman'ın Büyülü Fener kitabını almaya gitmem,yerinde bulamayıp Haneke'nin kitabını almam da tamamen raslantısal olarak gelişti. Tabii ki bu kadar tesadüf üst üste gelirse bu yazıyı yazmak ise kaçınılmaz oldu. Ailenin başına gelen tesadüfler ise bu filmin konusunu oluşturuyor.


Funny Games oldukça özgün bir film. Şiddet,korku gibi temalar üzerinden yürüyen bu film Haneke'nin sinemaya ve sanata bakış açısını oldukça güzel yansıtıyor. Filmi kısaca rahatsız edici olarak tanımlarsam filmi izleyen başkalarının bana itiraz edeceğini düşünmüyorum. Funny Games belki de şu ana kadar izlediğim en başarılı gerilim filmlerinden bir tanesi. Haneke'ye göre (bu film özelinde) filmdeki gerilim 2-3 sahne düşüyorsa onun için filmi başarısızdır. Gerçekten de Funny Games gerilimin azalmadığı ve rahatlamanın izleyiciye son seçenek olarak bile sunulmadığı bir film. Haneke izleyicilerin şiddetten veya filmlerinde işlediği diğer konulardan çıkış yolu bulmuş bir biçimde koltuklarından kalkıp evlerine rahatça gitmelerini istemiyor.Filmin başında kendini mutlu olduğuna inandırmış "ideal" diyebileceğimiz bir aile görüyoruz. Bu aile klasik müzik parçaları üzerinden oyunlar oynayarak kendilerini "ideal aile" konumuna getirmişlerdir. Fakat bu yalancı tablo gerek Haneke'nin yorumlarından gerekse filmi izlerken anlaşılıyor. Bu yalancı tablo çığlıklarla dolu ve bence inanılmaz rahatsız edici soundtrackle bozuluyor ve böylelikle filmin içine girmeye başlıyoruz. Filmde şiddetle yüzleşiyoruz ve başka bir şey yapmak elimizden gelmiyor. Şiddetle yüzleşirken bir yandan onun parçası da oluyoruz kötü karakterler sayesinde. Filmde kötü karakter diyebileceğimiz iki genç delikanlı sinemada dördüncü duvarı yıkıp bizimle konuşmaya ve iletişime geçmeye başlıyorlar. O iki delikanlı aynı zamanda bizimle dalga geçip Haneke'nin ağzından konuşuyorlar resmen. 


Haneke film boyunca bizimle dalga geçiyor. Günlük hayatta insanın sorunlarla yüzleşmesi zor olandır. Gerçek hayatta insanlar sorumluluklarından kaçabilirler ve karşılaştıkları problemleri görmezden gelip rahatlayabilirler. Fakat Haneke Funny Games filminde şiddeti öyle kaçınılmaz olarak yansıtmış ki bize rahatlama seçeneği sunmuyor bile. Bunun yerine Haneke film boyunca bize ümitler veriyor ama yönetmen koltuğunda oturduğunu da bize hissettiriyor diğer yandan. Kötü biraderlerden birinin öldüğü sahneyi uzaktan kumandayla geri sardığında aslında bize kaçamayacağımızı söylemiş oluyor. Bize ailenin tarafında olduğumuzu söylüyor ve evet kesinlikle öyleyiz. Bu anlarda Haneke izlediğimiz şeyin bir film olduğunu da vurgulamış oluyor. Bir anlığına bizi girdiğimiz dünyadan çıkarmaya ve olayın gerçekçiliğinde çatlaklar yaratmaya başlıyor. Her şeye rağmen film içinde yarattığı küçük yalan umutlardan kurtulamıyoruz. Kadın'ın kaçıp polise ulaşabileceği umudunu, evin reisinin kötü adamları bir şekilde alt edeceği umudunu sürekli taşıyoruz içimizde ama ne zaman bizi umutlandıracak bir eylem olsa Haneke hemen duruma el koyup filmi istediği gibi devam ettiriyor. Bozulan telefon çalışır gibi oluyor ,çocuk evden kaçıyor fakat yakalanıyor ve bunlar gibi bir çok örnek var filmde. Gerilimden kaçıp rahatlamanın mümkün olduğu bir çok film var. Buna örnek olarak Kubrick'in meşhur Shining filmini örnek verebiliriz. Filmin sonunda ailenin delirmiş reisi ölüyor ve "hak yerini buluyor",dolayısıyla izleyici istediği rahatlamaya ve doyuma ulaşmış oluyor. Funny Games'i izleyen biri bu rahatlamaya oldukça yabancılaşıyor ve film bittikten sonra bu etkiden çıkması hiç de kolay olmuyor. Bu da filmin bana göre başarılı olduğunun göstergesi. 


Bu filmi benzerlerinden ayıran diğer bir özelliği ise şiddeti güzelleme yapmadan gösteriyor olmasıdır ki bu durum Haneke'nin filmlerindeki özel dokunuşlardan biridir. Ona göre gerçek hayatta ölümler nasılsa filminde de öyle olmalıdır. Ağır çekimde gelen kurşunlar ,delik deşik olmuş bedenler ve abartılmış ölümler yok onun filmlerinde. Bunu nedeni aslında gerçek hayattaki ölümlerin de ihtişam yoksunu olmasıdır. Filmde çiftin çocukları ölüyor ve babası çocuğunun üstünü kapatmakla yetiniyor. Bunun nedenlerinden beri ölüm üzerinden dram yaratmak istenmemesi, diğeri ise o anda tehlikenin hala geçmemiş olması ve yaşayan iki yetişkinin bulunuyor olması. Bu durum yine filmin rayından çıkmasını engelliyor. Cache filmindeki boğaz kesme sahnesinin ne kadar abartıdan uzak sade bir ölüm olduğunu da görebiliriz. Filmin ölenle ölmeyip akışına devam ettiğini söyleyebiliriz.

Film kısaca bir ailenin üzerinden geçen felaket durumu bize yansıtıyor. Haneke bunu anlatırken okuyucuya o insanların hayatından bir kesit gösteriyor. Filmde mesaj verme çabası yok ama Haneke'nin tek istediği şey bizi sinirlendirmek ve şiddetin saf haliyle yüzleştirmek. Haneke'nin bu istediklerini başardığını söylemek oldukça mümkün. Eğer farklı bir film izlemek istiyorsanız ve biraz sinirlenmek sizin için problem değilse Funny Games sizi tatmin edebilecek bir film. 

16 Ekim 2016 Pazar

Uzak Film İncelemesi

Merhaba çok sevgili okurum. Okulumun başlamasının hayatımı daha düzene sokmasıyla yazılarımın sıklığı da (en azından şimdilik) artmış bulunmakta. Bu durumun hem sana hem bana faydası var. Sorarsan neden Nuri Bilge Ceylanın o kadar filmi arasından Uzak'ı seçtin diye bu çok doğru bir soru olacaktır. Hafta içinde NBC atölyesine gitmeyi düşündüğüm için ve konuşulacak filmlerden bir tanesi de Uzak olacağı için ve bunun yanında blogumdaki yerli yapımların azlığını düşünerek yazıma başlamak için gerekli motivasyonu kendime yarattım. Film hakkındaki detaylara girmeden NBC ve Uzak filminin aldığı ödüller üzerinden birkaç cümlelik güzellemeler yapmayı gerek görmüyorum, lüften imdb kullanmayı öğrenip bakın. Uzak hayatımı kökten değiştiren veya yeni bakış açıları kattı dersem yalan söylemiş olurum. Uzak filmi benim için durum öyküsü niteliğinde bir film. Hayatın penceresinden durum öykülerini bize gösteren tek kişi NBC değil tabii , özellikle benim son zamanlarda beğendiğim Dardenne kardeşler de benzer nitelikte filmler çıkarıyor mutlaka bakınız. Elbette iki yönetmenin tarzları ve işledikleri konular birbirinden oldukça farklı.


Öncelikle NBC'nin kamerasından bahsetmek istiyorum biraz. Bana kalırsa kamera bizim filmde karakterlerle empati kurmamızı oldukça kısıtlıyor ve izleyici konumuna sürüklüyor. İki karaktere de tepeden bakıyoruz diyebiliriz. Zaman zaman dünyayı onların gözlerinden görsek de bu çok nadir oluyor. Açı , karşı açı konuşmalar bile oldukça nadir diyebiliriz. Filmin çoğu sabit kameranın yavaş hareketleri veya hiç hareket etmemesi ile çekilmiş. Kamera sabit durduğu anların çoğunda oyuncular kameranın önüne gelerek kendilerini planların içine sokmuşlardır. Bu durum kameranın oyunculardan bağımsız bir göz olarak davrandığına çok güzel bir örnektir. Kamera zekidir ve olması gereken yerde oyuncuları gözetler niteliktedir. 

Film birbirine bir çok konuda uzak iki karakteri işliyor görebileceğimiz gibi. Mahmut Tarkovski izleyen ,aşk acısı çeken ,kitap okuyan biriyken ,Mahmut ekonomik anlamda çok iyi durumda diyemesek de Yusuf kadar çaresiz değil. Mahmut sistemin yok ettiği,ideallerinden kopardığı biri. Yönetmen olmak ,Tarkovski gibi filmler çekmek isterken kendini mermerlerin fotoğrafını çeken biri olarak bulur. Bu durum çok iyi bir fotoğrafçı olmak isterken kıyma fotoğrafı çeken Umut Sarıkaya'nın yarattığı karakterle aynı kişilerdir. İnsanlar hayatlarında büyük ya da küçük belirli idealler sahiptir. Bu ideallere giden yol elbette sıkıntılı olabilir. Engelle karşılaşıldığı zaman pes etmek veya etmemek tamamen kişinin elindedir. Elbette içinde yaşadığımız sistem bizleri onun bir parçası olmaya,ölü ve sistemin devamlılığını sağlamak dışında işlevi olmayan zombilere dönüştürmeye çalışsa da en azından bireysel boyutta sisteme karşı koyma gücü insanların çoğunda vardır fakat buna cesaret edebilenler sayılı kişilerdir. İnsanlar onları robotlaştıran ve kendi benliklerinden uzaklaştıran sisteme boyun eğdikleri zaman suçu kendilerinde aramazlar ve hayatlarını heba ettiklerinin farkına varmazlar. Bu kişiler öncelikle suçu kendilerinde değil çevrelerinde aramaya başlarlar . ancak her insan öncelikle kendisi için yaşar ve yaşamalıdır. Ölmeden önce keşke dememek için yaşamalıyız ve kararlarımızı bu doğrultuda vermeliyiz. 


Yusuf sistemin parçası olmayı kurtuluş zanneden ,dar görüşlü , eğitimsiz biri. Akraba olmasalar Yusuf ve Mahmut'un aynı ortamda bulunmaları oldukça güç. Yusuf sanattan anlamaz televizyondaki programları,dizileri, dövüş filmlerini çok sever. Kadınlara oldukça sapıkça davranır ve bunun temel nedeni muhafazakar köy ortamında bastırılmış cinsel kimliğidir. Kahvehane'de sohbet etmek hoşuna gider. Yusuf hayal dünyasında yaşamaktadır. Onun için şehirde mutlu yaşam yoktur. Alabora olmuş gemi görüntüsü bu durumu özetler nitelikte. Fakat umut fakirin ekmeğidir ve köyde onun için iş yoktur,köşeye sıkışmıştır bu yüzden Yusuf'u ikna etmek pek de kolay değildir. Aktör olmak için İstanbul'a gelen genç kızlardan pek farkı olduğu söylenemez. Her ne kadar bu iki karakter farklı insanlar olsa da temelde aynı oldukları söylenebilir. İkisi de en temelde cinsel açlık çekmektedir. Biri bunu kalabalıkların içinde yalnızlık olarak tanımlarken diğerinin kendine münasip bir eş bulma çabası olarak adlandırıyor olması aslında acının niteliğini pek de değiştirmiyor. İkisi de hüzünlendiği zaman sigara içiyor. Aynı kadınların beğendiklerini de görüyoruz aynı zamanda. Bunu daha ileri götürmek gerekirse fotoğraf çekerken yardım etmek Yusuf'un da hoşuna gidiyor diyebiliriz. Özlerinde birbirinden çok farklı olmayan bu iki insan yaşadıkları coğrafya ve çevrelerindeki insanlar tarafından biririnden çok uzak iki insan haline getirilmiş.

Filmde aynı zamanda Mahmut ile Yusuf arasında hiyerarşiyi de görüyoruz. Mahmut yaşça büyük,daha zengin,ev sahibi olarak Yusuf'a sürekli üstünlüğünü hissettirmeye çalışıyor. Evde Mahmut'tan izin istemeden hareket etmek mümkün değil. Mahmut'un odasında kitaplar,müzik cdleri,filmler ile dolu mini kütüphanesinin önünde Yusuf'un küçültüldüğünü görüyoruz. Televizyon izlerken rahat koltuk hep Mahmut'un ama Yusuf sandalyede oturmak zorundadır. Mahmut bu durumu öyle ileri götürüyor ki onun gümüş saatini çaldığını ima ediyor. Saati bulduktan sonra bu imasından dolayı pişman olup üzülüyor. Bu ve benzeri olaylar sonrasında hiyerarşinin film içinde yavaş yavaş kırıldığını ve film sonunda bittiğini de görüyoruz. Filmin sonunda yakalanan fare ise bu durumu anlatmak için metafor olarak kullanılıyor. İkisi de hayat tarafından yakalanmış ve fare gibi acı çekmektedirler ama buna son verilmeli.


Filmin sonundaki fare metaforu ve film üzerine küçük bir yazı daha okumak isterseniz Ruken hocanın kitabından alıntılanan >>bu yazıyı<< da okuyabilirsiniz. Başka yazılarımda tekrar buluşmak üzere şimdilik adios.

10 Ekim 2016 Pazartesi

One Flew Over The Cuckoo’s Nest Film İncelemesi

Jack Nicholson'ın oynadığı delili film olarak afişlerini gördüğüm ve yakın zamanda izleme fırsatı bulduğum bu film hakkında yazı yazmak istedim yeni yazımı. Filmi izlerken eğlenceli bir Holywood yapımı izleyeceğimi düşünüyordum ama düşündüğümden daha fazlası olduğunu görüp mutlu oldum. Şunu söylemem gerekir ki bana kalırsa filmlerde yıldız aktörlere rol vermek o filmden seyirciye geçen düşünceleri,duyguları kötü yönden etkiliyor. Filmin gerçekliği yıldızların performanslarıyla kirletilmiş oluyor ve böylelikle filmin etkisi azalıyor. Sırf bu nedenden dolayı izlediğim filmlerde tanımadığım yüzleri görmek hikayeye daha çok bağlanmamı sağlıyor ve benim için gerçeklik hissi artmış oluyor. Fakat bu olumsuzluklara rağmen kitaptan esinlenerek oluşturulan filmin üzerine gerçekten konuşacak oldukça çok konu var.


Film ilk bakışta hapishanede iş yapmadığı için tımarhaneye gönderilen bir adamın hikayesi gibi dursa da toplumu ve onun araçlarını eleştirir aslında. Topluma uymaktan veya uymamaktan bahseder. Bize deli kimdir sorusunu sordurur. Eğer McMurphy bizim gözümüze deli gibi gözükmüyorsa onu neden tımarhaneden dışarı çıkarmıyorlar?Ya da imkanı varken neden McMurphy tımarhaneden kaçmayı seçmedi? Bunlar gibi bir çok soruyu yazının içinde yanıtlamaya çalışacağım. Öncelikle uyumsuz kavramını incelemek gerekiyor biraz. Albert Camus'nun kendi kitabında absürt diye bahsettiği uyumsuz kişi ile paralellik taşıyor aslında filmdeki uyumsuz kavramı. İki uyumsuz kişi arasındaki en önemli fark absürd kişi aynı zamanda hayatın anlamsız olduğunu da düşünmektedir ama bu düşüncenin filmimizle çok bağlantısı olmadığı için es geçiyorum. Temelde uyumsuz kişi toplumdan farklı düşünceler taşıyabilen ve bunları hayata geçirebilen kişidir. Onun düşünceleri toplumun ona dayattıklarından farklı olabilir. Fakat toplum ve özellikle de toplumun başındakiler böyle insanları sevmezler. Bunun birincil nedeni düzeni ve toplumun sürdürülebilir yapısını muhafaza ettirmektir. Eğer toplumda farklılar ,farklı sesler oluşur ve toplum yapısı bundan dolayı bütünlüğünü kaybederse ortaya küçük çaplı baş kaldırı çıkmaya başlanır ve düzen yok olur. Dolayısıyla hukuk,devlet,iktidar gibi kavramlar yavaşça yıkılmaya ve değişmeye başlar. Bu iktidarın sahiplerinin istemediği bir durumdur. İktidarın sürdürülmesi onların güçlü ve mutlu olmalarıyla doğrudan bağlantılıdır. Öbür taraftan baktığımız zamanda ise devletin ya da toplumun yıkılması insanlar için de rahatsızlık verici olabilir. Toplumun kuralları ve düzeni içinde yaşamak tüm bunlara uyulduğu durumda problemsiz ,rahat bir yaşamın güvencesidir.Tüm bu sebeplerden dolayı toplum tarafından oluşturulmuş ve toplumsal yapıyı bir arada tutan tüm yapılar uyumsuz kişilerin toplum tarafından afaroz edilmesiyle ayakta kalabilir . Eğer uyumsuz kişilerin çalışmaları durdurulamaz ise toplumu kontrol eden yapılar bu kişiler tarafından sırayla tehdit edilmeye başlanır. Devlet öyle tehlikeli bir kurumdur ki aslında ezilmiş halkları veya işçi sınıfındaki insanları bile kendilerine zarar veren iktidarı korumaları için kullanabilir. Buna sınıfına veya geçmişine yabancılaşma diyebiliriz. Tımarhanedeki güvenlik görevlilerinin siyahi olmasının özellikle yapılan bir seçim olduğuna inanıyorum.


Toplumun içinde gözle görülür ve görülmeyen hiyerarşiler bulunmaktadır. Bu hiyerarşi askerlerin rütbeleri kadar somut olabilirken, filmdeki gibi bir annenin çocuğu üstündeki gibi daha soyut olabilir. Filmde rütbe olarak ondan daha üst kişiler olsa da baş hemşire otoritenin ve hiyerarşinin başındaki kişi olarak sunulur bize. Baş hemşirenin görevi kuralların düzgün uygulandığını kontrol etmek ve rutinin sağlandığından emin olmaktır. Rutin diye adlandırdığım şey delileri yatıştıran ,onların aralarında konuşmalarını hatta düşünmelerini engelleyecek kadar yüksek seste müzik dinletmek ve onları uyuşturacak ilaçları onlara zamanında vermektir. Asıl amaç kişileri iyileştirmek değil ,onları toplumun bir parçası yapabilmektir. Fakat zaten topluma göre de iyileşmek denen şey tam da budur aslında. Bu da kişilerin benliklerini,düşüncelerini yok etmekle eş değerdir. Eğer bu deli kişiler otoriteyi reddetmeye ,filmdeki gibi sigaralarının neden onların elinde tutulduklarını ,yemek saatlerinin nasıl ayarlandığını veya müziğin sesinin neden bu kadar yüksek olduğunu sorgulamaya başladıkları zaman onları durduran birkaç engel vardır. Bunlardan ilki kişilerin zihinlerindeki otoritenin varlığı. Hemşirenin onların yanında olup,görevlilerle birlikte korku salmasının sebebi budur. Bunlar yetmezmiş gibi baş hemşire tımarhanedeki kişilere tane tane ve dikte ederek konuşup onların üzerinde psikolojik baskısını arttırıyor. Kurallarda hiç bir esnekliğe gitmiyor ve adeta köpeği eğitir gibi kurallar uygulamaya çalışıyor.


Burada bu kuralların bizim "iyiliğimiz" için var olduğu söylenebilir. Fakat iyilik göreceli bir kavramdır. Devlet ya da filmde hiyerarşide olan kişiler bizim özgür irademizi hangi oranda göz ardı edebilir? Devletin ya da otoritenin varlığı kişilerin onları kafalarında yaratmalarıyla oldukça ilişkilidir. Örneğin eğer Türkiye'de son yaşadığımız darbe girişimi başarılı olsaydı ya da ülkedeki insanlar devleti ve ona bağlı tüm kurumları reddetseydi , bugün devletin varlığından kolayca söz edemezdik. Peki bizim yarattığımız devlet bizim kumar oynamamızı engelleyebilir mi? Filmde bu durum hastaların sigaralarını kumarda kaybetmesi ve hemşirelerin onları korumak için sigaralarını saklamalarıyla anlatılıyor. Ya da gerçek hayattan başka bir örnek vermek gerekirse uyuşturucu kullanımı da buna örnek olarak gösterilebilir. Bugün devlet ,kişisel iradeyi reddedip kendi iradesini (ya da "milli iradeyi" =) ,çünkü iktidarı da millet seçti) kişilere dayatmakta çekinmiyor. Fakat aslında toplumun tamamını kapsayabilecek ve onları koruyabilecek kesin yasalar yaratmak imkansızdır. Burada yapılan şey milli irade kavramı üzerinden iktidarların kendi ideolojilerini topluma dayatmasıdır. Milli irade kavramı da toplum sözleşmesi üzerinden güç kazanan bir kavramdır. Fakat aslında toplumun içinde yaşayan kişiler zaten böyle kuralların içine doğmayı seçmemiş kişilerdir ve bu kişiler onlara dayatılan sisteme uymak zorunda kalıyorlar. Evet , belki en temelinde devlet denen kavramı kişiler yaratmış olsa da devleti sürdürmek çok farklı bir durumdur. Devletin varlığı üzerine ortaklaşmak kolayken ,varlığın getirileri üzerine uzlaşmak çok zordur. Bir yandan da toplumdan kopmak sadece teoride mümkün olduğundan dolayı kişiler kendi yarattıkları toplumların içlerine hapsolmuşlardır diyebiliriz.

Eğer toplum içinde mutlu olmak istiyorsanız çoğunluğun tarafında olmalısınız. Eğer baseball maçını izlemek istiyorsanız 10 tane oy bulmak zorundasınız. Çoğunluğu yakaladığınız anda televizyondan baseball maçı izlemek veya fikirlerinizi tımarhanede kabul ettirmek için bütün güce sahip oluyorsunuz. Bunu yaparken de geri kalan 8 kişiye hesap vermek zorunda da değilsiniz, çünkü demokrasi. İşte tam da bu sebepten dolayı Türkiye'de kumar oynamak yasal değildir. Tüm bu problemleri düşünmek ve bunlarla savaşmaya çalışmak insanı gerçekten yıpratır. Filmdeki bir hastanın sürekli yorgun olduğunu belirtmesini buna bağlıyorum. Devletler de kişileri amaçlarından yıldırmak ve onları yormak için elinden geleni ardına koymaz gerçekten. Bunu hak ettiği işsizlik maaşını vermemek için evraklara boğan bürokrasi veya adalet sistemi en güzel şekilde yapar. Eylem yapan kişileri göz altına alıp susturmaya çalışırlar. Ya da filmdeki gibi oylama 10'a karşı 8 baseball olsa dahi oylama süresi dolduğu için karar uygulanmaz. Buna benzer durumlar sadece gücün yanında taraf tuttuğunuz zaman olumlu olarak sonuçlanır. Gücün yanında taraf tutmak size göre değil mi? Toplum sizi çok mu geriyor? Tımarhanede olmaktan dolayı mutlu değil misiniz? Belki de ölüm filmdeki gibi en güzel kaçış yoludur.



Bence akıl hastalıklarının hiç olmadığını iddia etmek gerçekten çok zor bir durum ve tımarhaneleri kapatmak daha az yaşanılabilir bir toplum yarattığı gerçek. Öncelikle şunu görmeliyiz ki psikolojik olarak mükemmel insan olmak imkansızdır. Ancak filmde de görmemiz gereken şey gerçekten deli insanların deli olmalarına toplumdaki bazı insanların veya toplumun değerlerinin karar veriyor olmasıdır. Boksörsen ve 40 kişiyle dövüşüyorsan bu normal bir durum oluyorken , sokakta dövüşeceğin iki kişi senin hapsi boylamanı sağlayacaktır. Filmde de gördüğümüz gibi bazı insanlar şüpheye düştüğü için de deli olarak görülebiliyorlar. Bu durumu hayatı,yaşamı ve kendi hariç her şeyin varlığını sorgulayan hasta üzerinden çok rahat bir şekilde görebiliyoruz. Hastaların aynı zamanda kendi istekleriyle tımarhanede bulunduklarını da görüyoruz. Bunun nedeni onlar için toplumda yerin olmayışıdır en temelinde. Onlar yaptıkları hareketlerden dolayı utanmayan , pişmanlık duymayan hasta kişilerdir. En temelinde biyolojik olarak hasta diyebileceğimiz durumlar bile toplumdan topluma farklılık gösterirken kişilerin düşünceleri ve davranışları üzerinden hasta olarak görülmemesi imkansız gibidir. Bunun yanında insanlar sosyal canlılardır ve toplumun baskısını,varlığını sürekli üstlerinde hissederler. Bir sinema salonunda film bitmeden veya uçakta kapılar açılmadan herkes ayağa kalkıyorsa bunun cevabı topluma uymadığımız zaman üzerimizde hissettiğimiz baskıdır. Tımarhaneye kendi iradeleriyle giren kişilerin diğer amaçlarından biri benliklerini yok etmek pahasına toplumun onların üzerinde olan baskılarından korunabilecekleri güvenli alanlarına sığınmaktır. Bu insanların tımarhane adı altında özel yerlere tıkılmasının en önemli sebebi onların tehlikeli oluyor olmalarıdır. Eğer McMurphy gibi bu tehlike otoritenin varlığını tehdit eder nitelikte ise tımarhane otoritenin ve tek tipçiliğin bir numaralı savunucusudur. Aslında Sokrates'in idam edilmesi de çok benzer sebeplerden dolayı gerçekleşmemiş midir? Sokrates'in yaptığı tek şey mantığın ilkelerini kullanıp hayata dair sorulara cevaplar aramaktı ama zaten güçlü insanlara karşı işlediği en büyük suç buydu aslında. Bunlara karşın Sokrates'in yaptığı en büyük hata
devletin üstünlüğünü kabul ediyor olması olduğu söylenebilir.


İnsanların toplumdan ayrılmalarının ve bağlarının kopmasının sebebi toplumun kendisi de olabilir. Toplum bazen bu insanların savaşmasını ve adam öldürmesini isteyerek delirtir, insanlığından soğutur. Ya da en basitinden evlilik teklifi reddedilen Billy'nin kekeme olması toplumsal baskının sonucudur. Billy kendi cinsel dürtülerini toplumun baskılarından ,kadınların bakışlarından ,insanların yorumlarından uzakta değerlendirdikten sonra yaptığı konuşmalarda kekemeliğinin kaybolduğunu ve kısa bir süre için iyileştiğini görebiliyoruz. Fakat daha önce de söylediğim gibi tımarhanenin asıl amacı kişiyi iyileştirmek değildir. Dünyada baktığımız zaman hapishanelerde kişilerin rehabilitasyonlarının ikinci planda kaldığını söyleyebiliriz. Asıl amaç rehabilitasyon olması gerekirken ceza vermek ve adaleti sağlamak ön planda oluyor. Burada hapishanelerin veya tımarhanelerin görevlerini ne kadar yerine getirebildiklerini de sorgulayabiliriz aslında. Bildiğim kadarıyla Norveç'te ve belki benzer gelişmişlik düzeyindeki birkaç ülke daha gerçekten suçluları rehabilite etmek konusunda gerçekten iyi imkanlara sahipler. Bunların dışında kalan tüm cezalandırıcı ,toplumdan izole etmeye yarayan kurumlar için sorularımızı yöneltebiliriz.

Yazının başında da söylediğim gibi film bizi bir çok önemli konu üzerine düşünmeye itiyor ve bunun aslında sonu da yok. Ben bunun için Foucault (Fuko) okumayı planlıyorum ve sizlere de öneririm. Yazılarımda okuduğum kitaplardan parçalar da paylaşmak hoşuma gidiyor. Kim bilir belki de delirmeyip uslu insancıklar olursanız bir sonraki yazımda Foucault'dan esintiler görebilirsiniz.

20 Eylül 2016 Salı

Fahrenheit 451 Film İncelemesi

Selam hayat damarlarından biri kopmuş ülkenin sanatsız kalmış insanları. Ülkemizde özellikle de malum partinin iktidarı süresinde geçen dönemde sanatçının ve sanatın ne kadar ayaklar altına alındığını görmemek elde değil. Bunun için yakın zamanda kaybettiğimiz Tarık Akan gibi değerli sanatçıları ve bu sanatçıların bizlere sunduğu çalışmalarını yaşatmak hayattaki motivasyonlarımızdan biri olmalı. Sanat yaşamın içindendir,insancıldır. İnsanların hayat ve toplum üzerine düşünmesine yardımcı olur. Bu yüzden insanların karakterlerinin,düşüncelerinin gelişiminde sanat aslında çok önemli bir rol oynar diyebiliriz. Biz Holywood'un içi boşaltılmış , günlük hazların peşinde olan filmleri yerine bizi düşündürebilecek, hayatımızı değiştirebilecek değerli filmler tercih etmediğimiz zaman Ankara'daki Başka Sinema salonu sayısı biri geçecek ve İzmir'deki Karaca Sineması kapanmayacak. Biz bunlara itiraz edebilmeye başladığımız zaman Devlet Tiyatroları'nda yabancı oyun oynansın mı tartışması olmayacak. Hayat üzerine daha çok düşünen ,sorgulayan bireyler yetiştirmekte sanat çok kilit bir rol oynuyor. Benim bu blogu yazmaktaki amaçlarımdan biri de sizlerin bu filmleri izlemeyi istemenizi sağlamak. Zaten aslında detaylı olarak alatacağım ütopya da tam bu değindiğim konuyla bağlantılı. Tüm bunlar bir yana Mart ayında anlık bir kararla Dogville filmini yazarak başladığım bu blog serüveninde otuzuncu yazıma gelmiş bulunmaktayım. Bu süre zarfında 200'ü aşkın film izledim Türk ve dünya sinemasından. Türk sinemasını biraz boşladığımı söyleyebilirim ama zamanla sıranın ona da geleceğini düşünüyorum. Bu süre içinde yazılarımı takip eden okuyan bana site üzerinden olmasa da yüz yüze güzel yorumlarını söyleyen insanlara teşekkür ederim ve otuzuncu yazıya, günümüz dünyasıyla inanılmaz benzerlikler taşıyan François Truffaut'un başarıyla Fahrenheit 451 filmini incelemeye başlayalım.


Fahrenheit 451 izledikten insanı dürten düşündüren iz bırakıcı bir ütopya. Filmi 1966'da çekilmiş kitabı 1953'te yazılmış olmasına rağmen verdiği mesajlar evrensel ve ölümsüz niteliktedir. Bunun yanında benim bu tarz bilim kurguya da yakın olan filmlerde görmeyi sevdiğim şey günümüz yaşantısıyla olan paralelliğidir. Henüz daha televizyonun insanları hipnotize edemediği zamanlardan bunun öngörülebiliyor olması çok hoşuma gitti. Sadece salonda ana bir televizyon değil evin yerlerinde küçük küçük televizyonlar olması hepimizin elindeki akıllı cihazlarla paralellik gösteriyor diyebiliriz. Benzer bir örnek ise 1968'de çekilen 2001: A Space Odyssey filmidir. Fahrenheit 451 filmindeki teknolojik cihazlar veya kullanılan haplar teknolojik gelişme tahmini dışında ütopyayı destekleyici amaçla kullanıldığı için ayrı bir anlam taşıyor bence. Ütopyanın içinde teknolojiye ,günlük hayata dair farkla olsa da bu durum filmin vereceği mesajların önüne geçmeyen basitlikte bana kalırsa. Bu noktada film bilim-kurgu türünden bir nebze daha uzaklaşıp ütopyaya yaklaşıyor ve dolayısıyla filmdeki mesajlar ön plana çıkmış oluyor.



Film sahne geçişleri,planlar özelinde başarılı bir film olsa da bu yazıda içerik üstünde durmak istiyorum. Filmdeki itfaiyecilerin görevlerinin tam tersi olan şeyi yapmakla görevlendirildiklerini görüyoruz. Bunu yozlaşmış devlet mekanizmalarının bir temsili olarak görebiliriz. Aslında zaten toplumlarda da yozlaşmanın kaynağı iktidardaki kişilerdir. Devlet kurumu veya iktidar denen kavramlar insanların akıllarında vardır. İnsanlar düzeni sağlayabilmek ve büyük toplulukları yönetmek için duydukları ihtiyaçtan dolayı bu kavramlara anlamlar yüklemeye ve bazı insanları kendi liderleri yapmaya başlamıştır. Rousseau'ya göre bu bir toplum sözleşmesi sayesinde sağlanır. İnsanlar bu toplum sözleşmesi çerçevesinde liderleri yaptıkları insanlara onların hayatlarını yönlendirebilme gücünü vermiştir. İktidarı denetleyebilecek daha üst mekanizmalar işlevliğini yitirir ve iktidarda olanlar totaliter ve baskıcı olurlarsa onları başa getiren halk doğrudan etkilenir bundan. Yani aslında ütopyada kitapların yakılıyor olmasının sebeplerinden biri iktidarın yozlaşmış ve halkın yararını göz ardı ediyor olmasıdır. İktidarın yozluğu da görevinin tam tersini yapan itfaiye birimi üzerinden anlatılıyor. İktidardakilerin tek amacı kendi iktidarlarını sürdürüp , insanların bu duruma olan itirazlarını sindirmeye ,minimuma indirmeye çalışmaktır.


Bu noktada sistematik olarak geçmiş unutturulmaya ve insanların hayatları basitlik ve itaat kavramları üzerinden şekillendirilmeye başlanıyor. Halkın bilgiye ulaşabileceği yegane kaynaklar kesiliyor. Televizyonlar üzerinden propaganda yapılıyor ve zaten yayınları yapan devleti üst kimlik olarak kabul ettikleri için etkilenmeleri çok zor olmuyor. Ayrıca medya insanları sakinleştirmek ve yönlendirmek için araç olarak kullanılıyor. Olmayan olaylar televizyon yardımıyla insanların gözünde gerçekliğe ulaşıyor.  Bunu yaparlarken insanlara hafızalarını yitirmelerini sağlayan unutkanlık haplarından içmelerini ; geçmişlerini ve geçmişte,öğrendikleri bilgileri unutmalarını sağlıyorlar. Dolayısıyla bugünü basit ve itaatkar bir şekilde yaşayan insanlar iktidarın devamı için tehdit oluşturmuyorlar. Bu yüzden kitap yakan insanlar neden kitap yaktıklarını bile bilmiyorlar sadece yakıyorlar. Neden kitap yaktığı sorulduğunda ise öğretilmiş ,içi boş ,hazır cevaplar ile karşılaşıyoruz. Toplumun sorgulamaktan ve düşünmekten ne kadar yoksul olduğunu görmeye başlıyoruz. Türkiye'de yaşayan insanların liderleri sorgusuz sualsiz takip etmeye meyilli olması (Atatürk veya RTE) bu duruma paralel gerçek bir örnek olarak gösterilebilir. Bugün Türkiye'deki insanların bir kısmı RTE'yi peygamber olarak görüyorken söylediği şeyleri sorgulama zahmetinde bulunmadan uyguluyorlar. Zaten aksi olsa darbe büyük ihtimalle daha zor durdurulabilir bir hal alacaktı ve insanlar ölebileceklerini düşünüp sokağa çıkmayacaklardı. Türkiye'de yaşadığım için ve ülkenin şu anki durumu her türlü filme ,ütopyaya uygun olduğu için genelde örneklerimi Türkiye üzerinden veriyorum ama çok daha fazla genişletebilir.


İnsanları düşünmeye sevk edecek ve bu gidişata dur diyebilecek en önemli silah eğitimdir. Filmde kitapları seven ,koruyan ve toplumdaki diğer bireylerden farklı olmaya çalışan öğretmenin görevinden alındığını da görüyoruz. Bu da ikinci aşamadır. Eğer insanları cahil ,düşünmeyen makineler haline getirmek istiyorsan kalıplaşmış itaat eğitimini küçüklükten başlatman en iyisi olacaktır. İktidar öğretmeni kendine tehdit olarak gördüğü için görevden almaktan çekinmiyor. Benzer olarak iktidar karşıtı tiyatrocuların devlet tiyatrolarından kovulması, özgürlük ve barış uğruna yapılan yürüyüşlerin engellenmesi örnek verilebilir. İnsanlar tektipleştirici eğitimden çıktıktan sonra kendilerine zorla verilen sorumlulukları yerine getirme telaşına sürerler ve birey olmak adına adım atamazlar. Bu kişiler o kadar aynıdır ki hepsi berbere gitmek zorundadırlar. Eğer saçını bile farklı uzunlukta bırakmak istiyorsan ahlak polislerini atlatman gerekiyor ütopyada. Gerçek dünyamızda yine buna benzer olayları görüyoruz. Yani en azından ben küçükken ailemin saçım uzadığı gerekçesiyle otomatik bir şekilde beni sürekli berbere götürdüklerini hatırlıyorum. Aile kurumu bunu yapmasa bile okulda saç uzatmak yakın bir zamana kadar aykırı ve ceza gerektiren bir durumdu ki serbest kıyafet okullara geldi. Böyle küçük bir değişiklik bile biraz olsun kişilerin eğitim sistemi içinde nefes almasını sağlıyor ve bireyselliklerinin kaybolmamasına yardımcı oluyor diyebiliriz. Biz eğitimden geçirene kadar aslında çocuklar meraklı ve sorgulayıcı canlılar olarak geliyorlar dünyaya. Küçük çocukların ebeveynlerini soru yağmuruna tuttuğunu çok defa görmüşüzdür. Fakat soru sormayı ve düşünme yetenekleri onlara verilen eğitimden sonra inanılmaz bir şekilde düşüyor ve sonunda hepsi beyinleri yıkanmış zombiler haline gelmeye başlıyor. (Bu zombi kavramına ayrıca Only Lovers Left Alive filminde de oldukça güzel değiniliyor.) Filmde çocukların kitaba olan merakı yakılan kitaba merakla bakan çocuk üzerinden resmediliyor.

Filmde kitapların yakılmasının ana sebebinin insanları mutlu etmek olduğu söyleniyor. İnsanlar kitapların yakılması ve onlara uygulanan sistematik yozlaştırmanın sonucu olarak "eşit" ve mutlu olmuş oluyorlar. Aslında burada yaratılan eşitlik kavramı insanların eşit ve benzer zombiler oluyor olmasından başka bir şey değil. Bu zombilerin hayatlarına karışan, gidişe dur diyen insanlar olmadığı için bu insanların sistem içinde kişilere mutlu oldukları illüzyonu gösteriliyor. Bu insanlar içinde bulundukları durumda hayatın gerçek yüzünden ve insan olmanın temel gereksinimlerinden uzak olarak yaşıyorlar. Bu yüzden o kişiler aslında yaşayan ölüler olarak sürdürüp hayatlarını en sonunda ise ait oldukları yerlere yani mezarlara giderler. Montag evdeki kadınlara elindeki romandan bir parça okuduğu zaman bu kişilerin hayatla olan izolasyonunu yıkmış ve onları gerçeklerle buluşturmasından dolayı üzmüş oluyor. Hayatını gerçeklerden izole bir biçimde yaşamış bu kişilerin gerçekler veya onları dürten kitaplarla karşılaşması onları rahatsız ediyor ve aynı zamanda üzüyor.


Gözüme çarpan diğer bir nokta ise sansür tartışmasıydı. Filmde öyle bir an var ki itfaiye şefi bütün kitapların yakılması üzerine nutuk atarken elinde Hitler'in Kavgam kitabını görüyoruz. Bu durumda bir çok insan kendi içinde çelişkiye düşmüş olabilir. Sonuçta Adolf Hitler Yahudi katliamının baş sorumlusu ve onun yazdığı Yahudi karşıtı kitap bu sebepten dolayı yasaklanmalıdır. Bu noktada sansürün sınırını nerede çizmeye başlayacağımız sorusu benim aklıma geliyor. Sansür genelde kendini toplumun koruyucusu ve kural koruyucuları ilan eden kurulun veya kişilerin elindedir. Bu kişiler üst akıl oldukları iddiasındadırlar ve iktidarın temsilcileridirler aynı zamanda. Fakat aslında kitaplara sansür uygulayabilecek ideal bir akıl olmadığı için sansürler her türlü taraflı olmak zorundadır ve sansürler taraflı yapılmaya başlandığı zaman denetlenemez hal almaya başlar. Bu sebeple Kavgam kitabı her ne kadar ırkçı bir kitap olursa olsun düşünce özgürlüğünün korunması adına yasaklanmamalıdır. Yasaklar başladığı zaman bu refleksif bir hale gelir ve iktidar kendine tehtid olarak gördüğü bütün düşünceleri sansürleme yoluna gider ve bu ülkedeki özgür düşünce ortamını çok derin bir şekilde etkiler. Bir kitap veya bir film ne kadar iğrenç bir düşünceyi anlatıyorsa olsun toplum tarafından destek görmüyorsa onun topluma etkisi olamaz. Bunun önüne geçmenin tek yolu da daha önce söylediğim gibi çocuklara sorgulayıcı düşündürücü eğitim vermektir. Kitap okumayı ,araştırmayı hayatının bir parçası haline getirmiş bireyler zaten Kavgam kitabını tarihsel değeri nedeniyle incelemek üzere okuyacaklar ve kitap tarafından etki altına alınmayacaklardır. Burada etkilenen insanlar varsa burada suçlu olan kitaplar değil onların içinde bulunduğu dünya ve onlara verilen eğitimdir aslında.

Fahrenheit 451 ütopyası üzerine konuşabilecek ,tartışabilecek oldukça çok şey var.  Ben sadece bunun bir kısmını size kendi bakış açımdan aktarmaya çalıştım. Eminim ki kitabı filminden çok daha farklı detaylara da sahiptir bu yüzden hem filmi izlemenizi hem de kitabı okumanızı öneririm. Sonraki yazılarımda buluşmak dileğiyle :)

10 Eylül 2016 Cumartesi

Certified Copy Film İncelemesi

Selam a dostlar. Bir sonraki blog yazımı hangi film üzerine yazsam diye düşündüm durdum. Bu sırada Altyazı dergisinin eylül sayısını Abbas Kiarostami'ye ayrıldığını gördüm ve kendisinin yazıp yönettiği bu güzel filmi inceleme kararı aldım. Abbas Kiarostami'yi çok yakın bir tarihte kaybettiğimizi de unutmayıp,bu yazı vesilesiyle kendisini bir daha anmaya çalışalım. Ünlü yönetmenin daha önce Close-Up ve Taste of Cherry filmlerini de izlemiştim ama Certified Copy bende daha fazla yazma isteği uyandırdı. Certified Copy'i seçmemin diğer bir nedeni ise şu ana kadar üzerine inceleme yazdığım filmlerden farklı ve özgün bir konuyu işliyor oluşu aslında. Bize orijinal,kopya,sahte gibi kavramların anlamlarını tartıştırıyor ve bunu yaparken değer yargılarımızla da oynuyor aslında. Bu konulara yazımın devamında detaylı olarak değinmeye çalışacağım.

Certified Copy izlemesi çok kolay bir film değil. Büyük ihtimalle filmi ilk izlediğinizde aklınızda bir sürü soru işareti kalacaktır, yani en azından bende olan şey buydu. Belki de bu yüzden filmi ikinci izleyişimden sonra yazacağım inceleme daha başarılı olacaktır. Filmin uzunluğu iki saatten az olsa da akıcı bir film olmadığını söylemem gerekiyor. Film uzun ve basit olmayan diyaloglar üzerine kurulu. Tabii bu diyalogların altından çok güzel kalkan iki baş rol oyuncusunun hakkını vermemiz gerekiyor. Özellikle Juliette Binoche'un performansı o kadar iyiydi ki zaten kendisi Cannes'da en iyi kadın oyuncu ödülüne layık görülmüş. 


Film diyalogların yanı sıra görsel olarak da çok başarılı. Ben şahsen "yansıma çekimlerine" bayılan biriyim. Yansıma çekimi diyerek kastettiğim şey yönetmenin kameranın açısını değiştirmeden etraftaki yansıtıcı ayna ve cam gibi yüzeyleri kullanarak bizim normalde göremeyeceğimiz yerdeki aksiyonları ,detayları bize göstermesi aslında. Filmde bunun sıkça ve mükemmel bir biçimde kullanıldığını görebiliyoruz. Bunun dışında filmin sonunda otel içindeki sahnede kuşun gölgesi ve kanat çırpma sesiyle yapılan görsel bir oyun yakaladım. Ayrıca araba ile gezdikleri sahnede araba camından yapılan bize hem şehrin güzelliğini hem de ikilinin diyaloğunu yansıtan müthiş çekime de ayrıca hayran kaldım. Bu iki anın fotoğrafını incelemenin içinde bulacaksınız. Filmde gerektiğinde el kamerası ,gerektiğinde sabit ama dönen bir kamera görüyoruz. Bu açıdan da çeşitlilik olduğunu söyleyebiliriz. 


Film öncelikle bize orijinal ve sahte kavramlarını sorgulatıyor. Bir tabloya baktığımızda onun orijinal veya inanılmaz benzerlikte taklidi olması onun değerini azaltır mı sorusunu soruyor bize. İnsanlar romantik olmaya yatkındır genelde ve bu yüzden orijinal tablo insanlara daha çekici gelir. Fakat tabloyu aslında güzel yapan o tablonun var olmasıdır diyebiliriz. Elbette tabloya Leonardo Da Vinci'nin fırçasının değmesi ona ayrıca bir romantiklik katıyor olabilir ve bu bizim o tablodan aldığımız hazzı arttırabilir. Bu bize aslında hayatın aslında bizim üzerimizden anlamlandığını gösteriyor. Biz o tablonun ünlü bir ressamın elinden çıktığını düşündüğümüz için o tablonun değeri gözümüzde birden artmış oluyor. Bu da perspektif denen olguyu öne çıkarıyor. Eğer biz bir sanat eserine değer veriyorsak bu bizim ona olan bakış açımızla oldukça bağlantılı. Bir sanat müzesinde yere konulan gözlüğe insanların ilgisini hatırlayalım. Onun ne kadar ilginç bir sanat eseri olduğunu düşünüyorlardı ama aslında ortada normal ve sıradan bir gözlük vardı. Bu durum filmde James'in söylediği gibi sadece sanat için geçerli değildir. Bu aslında hayatımızın kendisiyle doğrudan ilgilidir. Bir insana aşık oluyor olmanız sizin ona olan bakış açınızla,ona atfettiğiniz değerlerle alakalıdır. Güzelliğin on para etmez bendeki aşk olmasa demiş Aşık Veysel ve çok doğru söylemiş. Aslında bizim karşıdaki kişiye olan hislerimiz ve düşüncelerimiz onu sevmemizi veya nefret etmemizi sağlar. Platonik aşkınız karşılık bulabilir fakat sizin o kişi hakkında düşünceleriniz gerçeklerden uzak olabilir ve siz o kişiyle bir ilişki yaşamak istemeyebilirsiniz. Bu durumda gerçekler kafanızda kişiyi sevdiren özelliklerin değişmesine yol açmıştır. Özetle aslında bir cismin,tablonun veya kişinin değeri onun size nasıl sunulduğu ve sizin ona baktığınızla oldukça alakalıdır. Mona Lisa tablosunda esas olan ortaya çıkan iş ve hatta Mona Lisa'nın güzelliğidir. Elbet orijinal tabloyu görmek insanın hayatına bir romantizm katıyor olsa da sahte tabloların değersiz veya anlamsız olduğunu iddia etmek yanlıştır. 


Parayı ele alalım. Para dediğimiz şey birkaç metal ve kağıt cisimden başka bir şey değildir aslında. Fakat biz toplumlar olarak ekonomiyi yaratmışız ve para denen cisimleri ekonominin araçları olarak kabul etmişiz. Benzer bir şekilde pırlanta,altın gibi cisimlerin aslında özlerinde değerleri yoktur fakat biz nadir ve parlak olmanın güzel olduğunu kabul ettiğimiz için onlara oldukça para harcıyoruz. Peki oldukça benzer sahtelerini kullanmak yerine servetlerimizi değerli madenlere,takılara yatırmanın anlamı nedir? Fakat insanlar psikolojik olarak pahalı olanın daha kaliteli, güzel olduğunu düşünmeye eğilimlidirler. Bununla alakalı National Geographic'te iki deney görmüştüm. Birinde aynı şarabı diğerinde ise aynı pastayı farklı etiketlerle insanlara satıyorlardı. Tabii ki daha pahalı daha kaliteli görünen şarap ve pasta insanların çok daha hoşuna gidiyor. Benzer bir şekilde insanlar içeriği tamamen aynı olan üründen pahalı olmaya daha yatkınlar. Reklamcılar bizim bu özelliklerimizi bildiği için reklamlarında ve pazarlama stratejilerinde insanları manipüle etmeye çalışırlar. 


Tekrar orijinal ve sahte konusuna geri dönelim. Filmde öyle bir an geliyor ki biz James ve Elle'nin aslında 15 yıldır evli olduğunu düşünmeye başlıyoruz çünkü bizi buna zorluyorlar. Özelikle ilk izlediğimde oldukça kafam karışmıştı bu konuda ,fakat ikinci kez izlediğimde ikisinin de rol yaptığını ama bu rolün oldukça gerçekçi olduğunu çok net bir şekilde anladım. Bu durumu ayırmak çok kolay değil çünkü Elle ve James'in zaman zaman sinir krizlerine girip sahte ama gerçek tartışmaların içine girdiklerini görüyoruz. İşte burada anahtar bu tartışmaların sahte ama gerçek olması. Yani yine aslında konunun ucu bize dayanıyor. Bizim sahteyle ,gerçeği ayırmakta çok başarısız olan zihnimize dayanıyor. Evet aralarındaki kavgalar ,yaşanmışlıklar ve hikayeler yalan olsa dahi o an yüksek sesle kavga ediyor olmaları , ağlamaları gerçek olan şeyler. Bu gerçeklerin film özelinde bizim üzerimizde etkisi var ve aslında önemli olan şey de budur. Abbas Kiarostami filmi içerisinde yarattığı alegorik çift üzerinden bizim gerçeklik algımızı paramparça ederken diğer bir yandan film içerisinde tartıştırdığı tezlerinin gücünü gösteriyor. 

30 Ağustos 2016 Salı

Nymphomaniac Vol.1 Film İncelemesi

Merhaba sevgili dostlar. İki haftaya yakın bir süredir yeni yazı yazamadığımı fark ettiğinizi umuyorum. Bunun nedenlerinden biri artık "sanatlı" film izlemekten ve film üzerine kafa yormaktan bir nebze yorulmaya başlamam dolayısıyla filmleri daha az dikkatle izlemem en başta geliyor. Bu bloga yazı yazmadığım yaklaşık 12 günlük bu süreçte bir yandan Paths of Glory ,Tokyo Story, Only Lovers Left Alive ve Amadeus gibi ünlü yönetmenlerin bilindik filmlerini izlerken Attenberg gibi daha yeni ve değişik filmleri izleme fırsatı buldum. Hepsi izlenesi ve üzerine konuşulası filmler olsa da bu filmler üzerine tatmin edici incelemeler yazamayacağımı düşündüğüm için yazamadım. Peki Nymphomaniac'ı bu filmler arasına özel kılan şey neydi diye sorarsanız Lars von Trier'in tasvirlerini ve hayata bakış açısını ilginç bulduğumu söyleyebilirim. Bunun yanında zamanında "abi filmde her şey görünüyormuş ve bu yüzden yasaklanmış" diye duyup izleyip filmi gram anlamamam ve tekrar izlediğimde çok beğenmem de söylenebilir. Evet gerçekten filmde penisler ve memeler dışında anlatılan şeyler olduğunun farkına varmak hoşuma gitti diyebilirim. Bir süre yazı yazmadığım için bu süreci anlatan bir girizgah yapmak istedim. Fakat daha fazla uzatmanın lüzumu yok.


Lars von Trier'in ne kadar aykırı bir insan olduğunu onun röportajlarını veya filmlerini izlediyseniz fark etmişsinizdir. Her yönetmen başka esinlendiği ,ilham aldığı yönetmenler olsa dahi filmlerine kendi kişisel dokunuşlarını yaparlar. Lars von Trier'in filmlerinde dolayısıyla Nymphomaniac(Bu andan itibaren vol.1 demeyi bırakıyorum.) filminde gördüğümüz en temel dokunuş Dogma 95 akımından Lars von Trier'e miras kalan el kamerasıdır. Filmde ekranın sallanmasından bolca el kamerası kullandığını görüyoruz. Bunun dışında özellikle filmin başında gördüğümüz ve film boyunca ara ara gözüken kar yağışının çok hoş bir şekilde bizlere yansıtıldığını düşünüyorum. Benzer görüntüleri diğer filmlerinde de görmek mümkün. Kadın yaşadığı anıları anlatırken bazen bütün renkler siyah beyaz olurken bazen ise ekranda küçülme görüyoruz. Bu iki seçimin sahnelerin aktardığı duygularla paralellik gösterdiğini düşünüyorum. Siyah beyaz sahneler gerçekten Joe'nun yaşadığı belki de en üzgün hatıraları gösteriyor bize. Lars von Trier Nymphomaniac'ta yer yer müzik kullanmış ama bence müzikler hikaye ve diyaloglarla paralellik gösteriyor. Filmin aslında diyaloglar üzerinden yürüdüğünü söylememiz gerekiyor. Bu nedenle aslında müzikler destekleyici bir konumda bulunuyor. Lars bir yandan gerek anlattığı hikayeyle gerekse filmin sonunda ve başında çaldığı Rammstein şarkısıyla bizi rahatsız etmeye da çalışıyor aslında. Bu filmin bu kadar çok yerde sansürlenmesinin sebebi insanların tabularına, beyinlerine saldırıyor olmasından kaynaklanıyor. 


Lars'ın filmleri Nuri Bilge Ceylan filmleri kadar olmasa da diyalog üzerine kurulu diyebiliriz. Bunun yanında günümüz akıcı filmlerine bir nebze daha yakın olduğu için Lars von Trier'in filmleri kolayca izlenebilecek ama derinlikli filmler arasında yer alıyor. Nymphomaniac'ta üzerine konuşlacak konulardan belki ilki aşktır. Filmde Joe arkadaşlarıyla aşka karşı mücadele verdiğinden bahsediyor. Bunun yanında aşksız yaşayabileceklerini ve insanlara bağlanmadan seks bağımlıları olarak yaşamayı becerebileceklerini ,bunu doğru olduğunu düşünüyorlar. Ben bu noktada Suç ve Ceza'daki Raskolnikov ile Joe arasında paralellikler görmeye başlıyorum. Joe anılarını anlatırken bir yandan yaptığı hareketleri meşru gösterecek açıklamalar da yapıyor. Her ne kadar düşündüğü şeylerden dolayı mutsuz olsa dahi argümanlarını desteklemekten geri kalmıyor. Joe inandığı değerler üzerine kurmaya çalışıyor hayatını fakat bu durumdan iyi etkilendiğini söyleyemeyiz. Doğru olduğunu düşündüğü şeyler onu yavaşça terk etmeye sonuç vermemeye başlıyor. Bu öyle bir durum ki aynı düşünceleri paylaştığı Joe'nun en yakın arkadaşı bile seksi daha iyi yapan şeyin aşk olduğunu söylemesine yol açıyor. Bu eksende Joe arayışlarına başlıyor. Kendine Bach'ın çok melodili eserleri gibi bir seks hayatı yaratıp mükemmel armoni içinde bir sonuç bekliyor fakat bunun bir sonuç vermediğini görüyoruz. Burada Joe'nun teorisinin çöküşüne şahit oluyoruz.  Joe bunun hastalık benzeri bir durum olduğunu düşünüyor olmalı. Düşüncelerinin başarısızlığı onu sadece sorular içinde bırakıyor. Biz film sırasında Joe ile empati kurduğumuz için filmin müthiş ve vurucu sonu bizi de sorularla baş başa bırakıyor:"Peki ya şimdi ne olacak?" Lars'ın filmlerinde etkileyici bitirişler yaptığını ve özellikle Dancer in the Dark filminde benzer duygular hissettiğimi söylemeliyim.


Peki bu "zararlı" aşk üzerine biraz düşünelim. Aşkın ne olduğunu tanımlayamasak bile kişinin karar verme mekanizmasını,rasyonelliğini zedelediğini söyleyebiliriz. Aşık kişi hayatın gerçeklerinden kendini soyutlamayı başarabilmiş kişidir. Bu durumda onun aşık olduğu,sevdiği kişi için normalde almayacağı kararlar almasını ,yapmayacağı hareketleri yapmasını sağlıyor. Genelde insanlar bu aşklarından zarar gördükleri ve "gerçek dünyaya" geri döndükleri zaman yoğurdu üfleyerek yemeye başlarlar ve aşk denen duygunun aslında uydurma olduğunu öne sürerler. Bu tarz görüşlerin insanlarda yaşları ilerleyip ,sorumluluklarının artmaya başladığı zamanlarda artmaya başladığını görüyoruz. Filmde geçen bir söz vardı: " Yumurta kırmadan omlet yapamazsın." Bence aşktan yara almış kişilerin artık aşktan kaçar bir duruma geçmelerinin sebebi yumurta kırmaktan ,büyük hatalar yapmaktan korkmaları ve artık bu yüzden omlet yapmak istememeleridir. Fakat hayatı daha güvenli bir şekilde yaşamanın bize getireceği kümülatif anlam olduğunu düşünmeyen ve sonuçlardan çok anın ,sürecin önemli olduğunu düşünen biri olarak, aşkın bizi bu materyalist dünyadan metafiziksel dünyaya taşıma becerisi olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden aslında aşk insanları yaralasa da hayata metafiziksel ,duygusal açılardan bakmamızı sağladığı için çok değerli bana kalırsa. Sürekli mantığına göre karar verip buna göre hayatını organize eden kişinin hayatının rutine bağlaması ve sıkıcılığa bağlaması içten bile değil. Bu yüzden her ne kadar zarar veriyor da olsa eğer aşk insanları bu kadar mutlu etmeseydi üç filmden ikisinin konusu aşk olmazdı. Bu eksende aşka karşı savaş açmak mantıklı ama yararsızdır ve genelde boşadır. Tabii insana yaşadığını hissettiren tek duygu aşk değildir. Hala insanlar hayatın anlamını sanat ve din gibi mecralarda arıyor olsa bu durum aşkın hayatımızda çok önemli bir rol oynadığı gerçeğini değiştirmez.


Filmde kadın ve cinsellik üzerinden genel anlatılar da var aslında. Öncelikle Joe cinselliğinin gücünün farkına varıyor. Joe bu gücü özgürce kullanıyor ve kendini hiç bir baskı altında hissetmiyor. İstediği adamları çok az bir uğraşla elde edebildiğini görebiliyoruz. Bu konuda erkeklerin kendi libidolarını baskılamakta ne kadar güçsüz olduklarını görüyoruz. Belki de aslında erkeklerin psikolojik olarak kadınlara kıyasla daha zayıf olduğunu göstermeye çalışıyor Lars von Trier bize filminde. Zaten kadınlara karşı işlenen suçların azımsanamayacak bölümünü erkeğin kontrol edemediği cinselliğini tecavüze ,şiddete kanalize etmesi oluşturuyor. Bunun yanında aynı cinsel dürtüler hiç bir şekilde kalifiye olmadan kadın olarak işe girmenizi de sağlıyor. Bu noktada aslında Joe cinselliği ön planda tuttuğu için "cinsel obje" gibi görülmenin önüne geçemese de erkeklerin aslında güçsüz taraflarını yüzümüze vurduğunu görüyoruz. Film boyunca çevresindeki erkekleri dilediği gibi yönetebilen bir kadın görüyoruz aslında. Bu açıdan da her ne kadar psikolojik olarak iyi bir durumda olmasa da eril düzenin içinde cinselliğini özgürce yaşayabilen güçlü bir kadın görüyoruz.


Filmde üzerine konuşulan diğer bir konu ise yalnızlık. Joe o kadar çok adamla birlikte olmasına rağmen hayatı boyunca yalnız olduğunu hissetmiş. Bu yalnızlığı ise küçük yaşlarda geçireceği operasyon öncesinde fark etmeye başlamıştır. İnsanlar bebeklikten ,erişkinliğe geçen sürede olgunlaşırlar.Bu süreç sırsında çevrelerini ve kendilerini daha iyi tanımaya başlarlar. Bebeklikten ,erişkinliğe olan bu süreçte insanın dışarıyla olan zoraki ihtiyaçları azalırken , kendine iç sesine yaklaşır ve düşüncelerini şekillendirir. İçinde bulunduğu vücudu kontrol etmeyi ,düşünmeyi öğrenir. Yani en temelinde bu olgunlaşma sürecinde insan bir birey halini almaya başlar ve bu yalnızlığa giden ilk adımdır bana kalırsa. İnsan bireyselleştikçe doğumundan sonra içinde bulunduğu aile kurumu da soyutlaşmaya başlıyor. Burada sosyal canlılar olarak kendimize toplumdaki diğer bireylerle sosyalleşmeye başlıyoruz. Bu sosyalleşme eylemini yalnızlığımızı yok edecek bir boyuta çıkarmamız mümkün değil. Karşımızda biriyle konuşuyor bile olsak onun asla duyamayacağı bir iç sese sahibiz en temelde. Kendimizle kurduğumuz bağ dışındaki bütün bağlar yapaydır aslında. Bu yüzden sosyalleşme davranışı yalnızlığımızı asla bitiremez. Bizim burada yapmamız gereken şey hayatımızı ne yalnızlık üzerine ne de başka insanların varlığı üzerine kurmaktır. Joe filmde bu yalnızlığını bir çok adamla yatmasına rağmen gidermeyi başaramamıştır. Eğer çok adamla yatmak yerine , çok adamla  Daha önce de belirttiğim gibi belki de aşk bizi hayatın bu gerçekçi kısmından alıp yalnız olmadığımıza ikna edebilecek yegane bir duygu olduğu için güzel aslında.

"Berkay ne yaptın?Filmde böyle şeyler anlatılmıyor sanki?!" dediğinizi hisseder gibiyim ama bence zaten filmler bizi dürten araçlardır diyebiliriz. Zaten sanat eseri aslında az anlatan ,çok düşündürendir diyebiliriz. Mesela sırf bu yüzden sözsüz müzik ,sözlü müziğe göre çok daha fazla şey anlatabilme kapasitesine sahiptir aslında. Bu yüzden Lars von Trier'in aynı zamanda hem yönetmenliğini ve senaristliğini yaptığı Nymphomaniac filmlerinden ilkinin bende çağrıştırdığı ,canlandırdığı şeyleri size aktarmak istedim. Esen kalın :)

17 Ağustos 2016 Çarşamba

The Double Life of Veronique Film İncelemesi

Merhaba ey değerli takipçilerim,sanat ve dolayısıyla sinema sever insanlar. Yine bir film incelemesi ile karşınızdayım. Krzysztof Kieslowski'nin Üç Renk ve Dekalog gibi yapıtlarını izlediğim bir dönem içerisinde başka bir filminin yani Veronique'in Çifte Yaşamı'nın vizyona tekrar girdiğini görüp içimdeki izleme isteğine teslim oldum. Sonra bu hafta hakkında yazacağım filmin bu olmasına karar verdim. Aslında Kieslowski , Bresson veya Akira Kurosawa gibi yönetmenlerin filmleri üzerine yorumlar yapmak çok da kolay değil aslında. Bu yüzden buradaki yazılarımı akademik bir düzlem yerine daha çok Berkay bu filmi izlemiş ve ne düşünmüş,ne görmüş diyerek değerlendirmeniz daha isabetli olur. Odaktan yani filmimizden daha da uzaklaşmadan bir yandan filimin müziği'ni dinlerken incelemeye başlayalım.

Kieslowski'nin filmlerinin merkezinde insanlar ve onların arasındaki ilişkiler bulunur. Bu insanların arasındaki ilişkileri kullanarak bunları evrensel ve daha büyük problemleri anlatmak için kullanır. Buna örnek vermek gerekirse Üç Renk üçlemesinden Beyaz filminde göçmen problemine parmak basarken bir aşk ilişkisini kullanır. Veronique'in Çifte Yaşamı'nda da yine verdiğini düşündüğüm bazı mesajları yine kişilerin üzerinden aktarıyor bizlere. Bu kişilerin temsil ettiği gruplar ve değerler bulunmaktadır. Üç Renk'te kişiler üzerinden Avrupa'nın problemleri değerlendirilir. Bu filimde ise daha sonra daha detaylı bahsetmeye çalışacağım bir toplumsal analiz var. Polonyalı yönetmen filmlerinde renkleri yoğun bir şekilde kullanıyor. Zaten aslında onu diğer yönetmenlerden ayıran en temel özellik filmlerindeki görselliktir. Veronique'nin Çifte Yaşamı'nda kırmızı ve yeşil renkleri sürekli ön plandadır. Benzer bir şekilde ,adından da belli olacağı gibi Üç Renk üçlemesinde de renkler yoğun bir şekilde kullanılmış. Bu aslında sinemanın hissettiren yönüdür diyebiliriz. Ben filmi izlerken Veronique'in iç dünyasında seyahat ediyormuş hissine kapıldım ve sadece Veronique'e odaklanmamı sağlamıştı renkler. Bunun dışında görsel anlamda öznel çekimler de gerçekten bolca serpiştirilmiş filme. Kişinin gözünden çekilen görüntüler bolca ve hareketli bir şekilde kullanılmış. Kişinin düştüğünü kameranın düşünden anlıyoruz örneğin. Ya da benzer bir şekilde baş aşağı duran bir kızı kameranın da baş aşağı durmasından anlıyoruz. Kalabalıkların arasındaki kaçış sahnesindeki kamera kullanımı da beni etkilemişti. Buradan hareketle kameranın oldukça hareketli kullanıldığını anlayabiliyoruz. 


Kieslowski'nin filmlerinde müziği oldukça güzel kullanıyor bence. Bu konuda Kubrick bir çok kişi tarafından övülür fakat Kieslowski Kubrick'e göre daha az ve olayların akışına daha az müdahale eder bir şekilde kullanıyor. Polonyalı yönetmenin filmlerinin neredeyse tamamında içinde flüt bulunan müziklere yer vermiş. Hatta Mavi filminde flütü bir sokak sanatçısı çalıyor. Hayatımda flütü bu güzelliğiyle dinlediğim tek yer Krzystof'un filmleri. Bende evdeki blok flütü bir an önce elime alma isteği uyandırdı gerçekten. Onun dışında filmde gerek seslendirilen ,gerek kasete kaydedilen gerekse müzik sınıfında çocuklar tarafından çalınan eser bence filme inanılmaz bir hava katıyor. Film zaten diyaloglar üzerine değil , hissettirmek üzerine kurulu olduğu için müzik de bunun bir aracı olarak kullanılmış. ODTÜ'de aldığım Film Analizi dersinden kazandığım alışkanlık sayesinde artık filmin jeneriklerinin bitmesini bekliyorum ve bu sırada çalan müzikleri tekrar dinleme fırsatı buluyorum. Eğer bunu yapmıyorsanız sizlere de yapmanızı kesinlikle öneririm. Bu bir yandan müzikten zevk almanızı sağlarken filmi yaratan insanlara saygı göstermenin bir yoludur aynı zamanda.


Filmin başından sonuna kadar çizilen tablonun içinde iki kişi var. Dış görünüşleri, adları  (Veronique ve Weronika) zevkleri ve benzeri ortaklıkları olan iki insanın ya da Veronique'nin Çifte' yaşamının tablosu bu. Filmde zaman her zaman doğrusal bir şekilde hareket etmiyor ve gerçeklik ,rüya alemiyle iç içe diyebiliriz. Bu durum bizim sadece iki kadının yaşamına zaman ve mekandan bağımsız olarak odaklanmamızı sağlıyor. Bana kalırsa burada bize verilmeye çalışılan en temel mesaj her ne kadar farklı giyinsen, farklı düşüncelere sahip olsan da dünyada yaşayan tüm insanlarla taşıdığın ortak değerler mevcut. Dünyadaki bir çok insanla aynı müzikleri dinleyip benzer duygular hissediyoruz. Aşk hepimizin hayatında varlığını bir şekilde gösteriyor. Bizim insanlar olarak daha iyi bir dünya için yapmamız gereken şey farklılıklari değil ,ortak değerleri ön plana çıkarmak,kardeşlik ve eşitlik gibi duyguları bu yolla oluşturmaya çalışmaktır. Biri Polonya'lı biri Fransız olan bu iki kadın karakterin birbirinin acılarını iletişim kurmaksızın hissedebilmesinin en temel nedeni aralarındaki ortaklığın zaman ve mekandan bağımsız olarak çok üst bir düzeyde olmasıdır. Fakat gerçek hayatta bu ortaklıklarımız saklanılmaya çalışıldığı gibi görmesi ilk bakışta o kadar kolay değildir. Bizler bu ortaklıkların hep gözümüze sokulmasını bekliyoruz. Filimde bunu Veronique'in sevgilisi ve çektiği fotoğraflar yapıyor. Burada filmin gerçekçiliğinden çok vermeye çalıştığı mesaj daha önemlidir. Veronique'in sevgilisi yolladığı kasetlerle ,hediyelerle Veronique ve Weronika bağını somutlaştırır aslında. Veronique'in ona aşık olmamasının birincil sebebi adamın yarattığı masalsı dünyadır. Ona Weronika'yı hatırlatma yolu gerçekçi değil ,masalsı ve şaşırtıcıdır.


Kieslowski filmlerinde yaşlı ve yardıma muhtaç insanları adeta karakterleri test etmek için kullanır. Üç Renk üçlemesinde yaşlı karakterleri geri dönüşüm yapmaya çalışırken görürürüz. Bildiğim kadarıyla Üç Renkte kullanılan yaşlı karakterlerin başlangıcı bu filmledir. Veronique gördüğü yaşlı kadınlara bir yardım etme isteği taşır içinde fakat film boyunca onlara yardım edebildiğini görmüyoruz. Bu durum insanların dünyada yaşanan olaylara seyirci kalması olarak değerlendirilebilir. Evet belki karakterlerin o anki durumları o kişilere yardım etmek için elverişli olmayabilir fakat bu durumların arkasına saklanmak bahane üretmek dışında pek bir işleve sahip de değil. Yaşlı insanlar üzerinden çizilen problemleri çözmek için ilk adım empati ve sonraki adım ise harekete geçmektir. Veronique ve Weronika empati kısmında başarılı olsalar dahi ikisi de somut bir adım atamıyorlar. Belki de birbirleri arasında kurdukları empatiyi yaşlı karakterlerle kuramadıkları için yardım etmiyorlar, fakat ne de olsa o yaşlı insanlar da o toplumun bir parçası ve hayatları aslında bu yüzden bağımsız değiller. Başkalarının problemlerine gözümüzü kapatmamalıyız belki de bu noktada. Konforlu yaşamlarımızın arkasına sığınmamalıyız. Krzysztof "Hala umut var mı?" sorusuna Üç Renk üçlemesinde bir cevap bulmaya çalışıyor. 


Filmde tüm bu yaşanan olaylar sırasında Veronique'in sevdiği adamı arayışı sırasında karşılaştığı siyah şapkalı ve gizemli bir kadın var. Bence o kadın filmin içinden ya da filmin atmosferinden biri hiç değil. Veronique'in ne yaptığının farkında olan ve onu dışarıdan izleyen bir insan bence o kadın. Acaba gerçekten Veronique'in sevdiği kişiyi bu yolla bulup bulamayacağını ,hareketlerini gözlemleyen bir insan. Hatta bana kalırsa Veronique'in bu kadar keskin adımlar atması onu üzüyor ve bir yandan şaşırtıyor. Bu kadın hakkında bir çok yorum yapılabilir bu benim aklıma gelen ilk yorum.

Benim film hakkında gözlemlediğim şeyler aşağı yukarı bu kadar. İzlemediyseniz yazdığım diğer bütün filmler gibi bir an önce izlemeye bakın. Görsel ve anlamsal derinliğe sahip güzel bir Kieslowski filmini izlemek eminim sizlere faydalı olacaktır. Bir sonraki yazıda görüşmek üzere :)

7 Ağustos 2016 Pazar

Mon Roi Film İncelemesi

Son zamanlarda çevremdeki ve sosyal medyadaki film takip eden insanların Mon Roi ( Prensim) filmine olan ilgisine kayıtsız kalmayıp vizyona girdikten sonra arkadaşımla izlemeye gittim. Filmi genel olarak beğendiğimi söyleyebilirim. Özellikle de Tony rolündeki Emmanuelle Bercot'un oyunculuğunun gerçekten üst düzeyde olduğunu görüyoruz. Zaten bu yüzden de 2015 yılı Cannes'da En İyi Kadın Oyuncu ödülünü alıyor. Filmin yönetmenin Maiwenn yani bir kadın olduğunu da belirtmek önemli.


Filmi başarılı yapan yanlardan söz etmek istiyorum öncelikle. Filmin müziklerini özellikle de jenerikteki müziği oldukça sevdim. Film sırasında kullanılan müzikler de oldukça başarılıydı. Daha önce belirttiğim gibi Emmanuelle Bercot'un oyunculuğu gerçekten beni izlerken inanılmaz bir şekilde etkiledi. Hatta filmi büyük oranda taşıdığını da söyleyebiliriz bence. Antidepresan ilaç kullanıp sağlıklı bir psikolojiye sahip olmadığı anlardan, aşkın doruklarında olup mutlu olduğu zamanlara kadar çeşit çeşit yüzünü görüyoruz Tony'nin. Bunun dışında filmin akışı özellikle ilk bölümde inanılmaz dalgalı bir şekilde ilerliyor diyebiliriz. Tony'nin Georgio ile tanışmasından ilişkilerindeki ilk güçlü ve evlilik sonrası edilen kavgalara kadar olan süreye kadar aslında geçmişten kesitlerin oldukça komik ve sempatik bir ilişkiyi yansıttığını görüyoruz. Belki de hayatta içinde bulunmayı hep beklediğimiz o çılgın aşk bize gösteriliyor ve onu hemen benimsiyoruz. Filmin rehabilitasyon merkezinde geçen sekansı da bu mutlu anların arasına çok güzel bir şekilde yerleştirilmiş özellikle filmin ilk bölümünde.  Biraz gülerken biraz da ağlar gibiydik film sırasında , bir nevi duygu karmaşasına girdiğimi söylemem gerek. Fakat bu bence olumlu bir durum çünkü bize hissettirilmek istenen iki farklı duygu da gerçekten tatmin edici yoğunlukta.


Filmi başarısız yapan özelliklerin başında ikinci bölümün birinci bölüme uyum sağlayamaması ve filmin temposunun yavaşlaması geliyor. Birinci bölümde o girdiğimiz duygusal karmaşadan eser yok. İlişki sekansı ve rehabilitasyon sekansı birbirine paralel bir şekilde ilerlemeye başlıyor. Bu durum da ilk bölümdeki büyünün bozulmasına sebep oluyor diye düşünüyorum. Okuduğuma göre süresi bakımından da bir sürü eleştiri almış film. Bence 15-20 dakika daha az olsa ,bazı sahneler kesilse film anlatmak istedikleri bakımından çok eksilmez ama bence çok büyük bir problem değil. Bunun dışında bence müzik ilişkinin dramatik anlarında filmdeki duygusallığa bazı anlarda gereğinden fazla yardım ediyor diye düşünüyorum. Bunların dışında filmdeki anlatılan aşk hikayesi gerçekçi bir aşk olmak yerine fantezi dünyamızı doyuran bir aşk aslında. Ayrıldıkları gün aynı yatakta sevişen iki insan veya birinden hemen çocuk yapmak isteyecek ,sonra onunla ilgilenmeyecek kadar sorumluluk yoksunu insanlar gerçek hayatta var mı acaba? Aynı şekilde Tony'nin saflığı da sorgulanabilir bu durumda. Son bir negatif özellik olarak filmin sonunu söyleyebilirim. Anlıyorum ki filmin sonu açık bir şekilde bırakılmak istenmiş. Bana kalırsa eğer bir filmin sonunu açık bir şekilde bitirmek istiyorsa yönetmen, izleyicileri en azından ne üzerine düşünecekleri hakkında küçük yönlendirmelerde bulunur. Zaten bütün film boyunca rehabilitasyon sürecinin bitmesini , dizin iyileşmesini ve dolayısıyla ruhsal iyileşmeyi takip eden değişimi görmeyi bekliyoruz. Tüm bu sürecin sonunda anladığımız tek şeyi yani Tony'nin Georgio'ya olan özlemini zaten filimin başında çok açık bir şekilde kendini sakatlamasından da anlayabiliyoruz bence. Ben şahsen filmin daha iyi bir sonu hak ettiğini düşünüyorum.


Filmin en temelde bizlere sorduğu bir soru var :İnsanların romantik ilişkilerden beklentileri nelerdir? Dalgalı inişleri ve çıkışları bol olan bir ilişkiyi mi yoksa ön görülebilir ve mantığın ağır bastığı bir ilişkiyi mi tercih ederiz? Georgio dalgalı ilişkinin aslında yaşamak denen şey olduğunu belirtiyor. Hangisinin ilişki biçiminin bizim için daha olumlu olacağını bir kenara koyarsak aslında bir çoğumuz gerçekten fantezi dünyamızı doyuran dalgalı ilişkileri tercih ederiz. Çok sevdiğimiz sorumsuz adamı değiştirebileceğimize inanmak isteriz. Aşk bu noktada uyuşturucu görevi görmeye başlıyor. Aşkınıza karşılık alıp çok mutlu anlar yaşamaya başladıktan sonra ilişkinin size zamanla zarar verip vermediğini değerlendiremez bir pozisyona geliyorsunuz. Bunun en temel nedeni insanların gerçekten çok sevdiği ve sevildiği zamanlarda hissettiği duyguyu tekrar hissetmek istemeleri. Bu tarz derin duygular aslında bir noktada bizleri hayatımızın monotonluğundan kurtarıp alıyor ve yaşama bağlıyor. Tony hayatının monotonluğunun onu boğması ve geçmişe duyduğu özlemin onda yarattığı duygu patlaması sonucu hiç düşünmeden dizini sakatlayabiliyor. Psikologu ona dizinin iyileşmesiyle aynı zamanda ruhsal iyileşme yaşayacağını da söylüyor. Fakat ruhsal iyileşme denen şey aslında mümkün mü böyle bir durumda merak ediyorum. Filmin sonunu bir önceki paragrafta yermiş olmama rağmen aslında bize sorgulatmak istediği şey bu durum olabilir. Tony çektiği tüm o acılara rağmen filmin sonunda gram değişiklik yaşamadan Georgio'nun karşısına onu seven ve özleyen biri olarak çıkıyor.  Bu durumda belki de böyle bir iyileşme durumunun bulunmadığı sonucuna varabiliriz. Zaten konu ilişkiler ve aşk olunca kesin ve kapsayıcı doğrulardan söz edemeyiz aslında. Herkes kendi hayat görüşü ve yaşadıkları üzerinden bir sonuca varır ve kararlarını buna göre verir. Tony'nin hislerini takip eden ve onlara yaşamayı seçen kişi olduğu aşikardır.


 Film şu sıralar vizyondayken gidebilirsiniz. Şahsen bilgisayardan başımı kaldırıp gerçekten bir sinema salonunda film izlemeye gitmek benim için güzel oldu , sizlere de tavsiye ederim. Ben de Tony gibi fakat izleyici koltuğumdan filmin daha aksiyonlu ilk bölümünü ikinci bölümüne tercih ediyorum. Keşke ilk bölümde hissedebildiğim olumlu duyguları film boyunca hissedebilmek isterdim. Fakat belki de gerçekler hayatın kendisinin filmin ilk bölümü kadar dalgalı olamayacağıdır ve bizlerin ikinci yarının monotonluğuyla yetinmeyi , mutlu olmayı da öğrenmemiz gerektiğidir.

31 Temmuz 2016 Pazar

Amour Film İncelemesi

Bonjour çok değerli okurlarım. Yazın başında sayısal anlamda fazla yazı yazacağımdan söz ediyordum fakat bunu pek başarabilmiş değilim. Fakat bunun yerine yazdığım yazların uzunluklarını arttırıp daha özenli bir şekilde yazmaya çalışıyorum ve haftada en az bir yazı çıkarmaya çalışıyorum. Bu doğrultuda üzerine çok övgüler okuduğum fakat bir türlü izleme fırsatı bulamadığım Haneke'nin Amour yani Aşk filmini incelemeye karar verdim. Filmin 2012 yılında Altın Palmiye ödülünü aldığını da belirtmemiz gerekiyor. Aşk aslında tanımlanması güç bir duygu. Bu yüzden ne zaman insanlar aşkı tanımlamaya ya da üzerine filmler çekmeye çalışsa ortaya birbirinden özgün anlatılar çıkıyor. Örneğin Gaspar Noe'nun Love filmi aşkı anlatırken cinsel ögeleri kullanırken Amour filminde daha çok fedakarlık üzerinden bir anlatı görüyoruz. Sanatın ve aşkın güzelliği biraz da buradan geliyor. İki farklı film, iki çok farklı anlatım ama ikisi de aşkın klişelerinden uzak ve bu yüzden başarılı. Filmde çiftin arasındaki aşk dışında değinilen bir çok konu var yazının devamında bunlara da değinmeye çalışacağım. Ayrıca filmde oyunculukların gerçekten başarılı olduğunu söylemek gerekiyor. Özellikle de Anne'i canlandıran Emmanuelle Riva inanılmaz bir oyunculuk çıkarmış. Venedik Film Festivali'nde en iyi kadın oyuncu ödülünü almış zaten bu performansıyla.


Filmde çok nadir bir şekilde de olsa hareketli ve dönen bir kamera görüyoruz. Kameranın genelde sabit ve az hareket ettiğini söyleyebiliriz. Zaman zaman ev içinde simetrik çekimler de görüyoruz. Uzun çekimler bol bol kullanılmış filmin içinde. Çok Haneke filmi izlemediğim için bunun Haneke'nin tarzı olup olmadığı hakkında bir şey söyleyemeyeceğim. Kamera kullanımından çok filmdeki ses kullanımı benim dikkatimi çekti. Film başlar başlamaz sesin çok kuru bir şekilde kullanıldığını farkettim. Bütün hışırtılardan diyaloglara kadar daha sert diye tanımlayabileceğim bir ses kullanılmış. Bu durum evin sessizliğini ön plana çıkarmak için kullanılmış veya diyalogları daha karamsar kalıplar içine sokmuş bana kalırsa. Bunun dışında Haneke sesi görünmeyen yerdeki olayları anlatmak ve bize hayal ettirmek için de kullanmış. Filmin başında musluğun kapatılması , Anne'nin odasından inilti sesleri gelmesi bu duruma iki örnek. Ses kadar sessizlik de filmde bize bir çok şey anlatıyor ve duyguların bizim tarafımızdan sindirilmesine yardımcı oluyor. Bazen diyalog olmadan sadece karakterlerin yüzlerine baktığımızda da bize çok şey anlattıklarını görüyoruz. Filmde piyanoyla çalınan müzikler dışında ekstra müzik kullanılmamış ,duygu daha çok yüz ifadeleri ve diyaloglarla verilmeye çalışılmış.


Film sırasında Haneke hayata dair bir çok konuya parmak basmış. Bunlardan biri çok sevdiği eşinin gözü önünde eriyişini gören ve kendini ona bakmaya adayan birinin psikolojisi. Hepimiz bir nebze de olsa kendimizi Georges'in yerine koyup düşünüyoruz ve diyoruz ki biz böyle bir duruma düşsek ne yapardık. Burada kritik olan şey çiftin arasındaki aşkın gücü. O aşk aslında Georges'i bir paradoksa sürüklüyor. Aşık olduğun kişiyi kaybetmek ,onun ölmesine razı olmak ya da onun yaşaması için ondan ayrılmamak için elinden geleni yapmak önündeki iki seçenek. Her iki seçenekte de Georges zarar görüyor aslında. Birinde yalnızlığa sürüklenirken öbüründe sevdiği kadının konuşamamasını , yürüyememesini ve çektiği acıları görmek zorunda kalıyor. Bu işinden çıkılması zor durum onun zaman zaman duygu patlamaları yaşamasına sebep oluyor. Bunu Anne'e attığı tokatta (çok vurucu bir sahne bence) ve ona bağırdığı zamanlarda görebiliyoruz. Georges bir çözüm yolu bulmaya çalışırken bir süre sonra Anne'nin çektiği acıların ne kadar fazla olduğunu gördüğü zaman onu öldürebilecek kadar çok sevdiğini anlıyoruz. Filmin sonunda ise Georges'in ölüp Anne ile birlikte gittiğini görüyoruz. Bu durum aslında ikisi için de mutlu son aslında çünkü Georges eşinin ölümünden sonra evine girmesini istemediği güvercini yakalayıp sevgi gösterecek kadar yalnızlaşıyor o sessiz evinde.


Biraz da Anne'nin gözünden bakmamız gerekiyor. Başlarda yürüyen sandalyeden koltuğa geçme ,normal bir insan gibi çabasını görüyoruz. Kitap okuyor ve hayata devam etmeye çalışıyor. Georges'den yardımına muhtaç olduğunu anlamak onu çok üzüyor. İnsanın en basit ihtiyaçlarını bile kendi başına yerine getiremeyecek olması gerçekten üzücü bir durum. Kendimizi Anne'nin yerine koyduğumuzda hem Georges'a kötülük yaptığımızı hem de yaşamın git gide anlamını yitirdiğini fark ediyoruz. Anne bu süre zarfında uykudan önce çok düşünüyor. Bence eğer kafanızı yastığa koyar koymaz uyuyamıyorsanız beyniniz sizi yaşadığınız olayları düşünmeye ve onlar hakkında yorum yapmaya itiyor. Anne'in bu tarz düşünüşlerini özellikle başlarda olmak üzere görüyoruz. Anne geçmiş özlemini fotoğraf albümlerine bakarak dile getiriyor. Fakat bir süre sonra onu bu yaşama bağlayan hareketlerin hiç birini yapamaz duruma gelip ölümü beklemeye başlıyor. Kendisini bu düştüğü hali görmeye tahammül edemiyor. Bu sırada Georges de tüm bu gerçeklerden bir süre kaçıp ona hemşireler tutup durumunun iyiye gitmesini umuyor. Fakat Anne tüm bu hayalciliğe inlemeler ,gördüğü sanırlar ve konuşma yeteneği kaybetmesiyle cevap veriyor. Tüm bu acıklı durum bana ötenazi hakkını sorgulattı. İnsan yaşamsal faaliyetlerini kendi başına getirebilmek,sağlıklı düşünebilmekten bu kadar uzakken neden ötenazi bu insanların acısını dindirmek için güzel bir yol olmasın? Anne kadar kötü bir duruma düşmemiz gerekmiyor insanlara bu hakkı tanımamız için. Sadece bu film bile işin korkunç yanını gözler önüne seriyor.


Bana kalırsa ev filmdeki gizli oyuncu. Hiç bir şey yapmadan sessizce olduğu yerde dursa dahi aslında bizlere çok şey anlatıyor. Tüm o yaşanmışlıklar, kitaplıkta okunmuş kitaplar ,salonda binlerce belki milyonlarca kez başına oturulup çalınmış piyano hepsi aslında bize çiftin yaşamı hakkında bilgiler veriyor. Ev yeri geldiğinde Anne'in tuvalete gitmesine izin vermezken yeri geldiğinde ise sessizliğiyle korkunç bir hal alıyor. Ev sessiz olduğunda tüm yaşanmışlıklar çiftin üstüne üstüne gelmeye başlıyor. O ev Anne'in ölümünden sonra dayanılmaz sessizliğiyle Georges'in üstüne geliyor. Çiftin yıllarca paylaştığı o ev artık yalnızlığın somut bir hali gibi.Bu yüzden Georges'in kendini öldürmesi onun da huzura kavuşabilmesi için tek yol aslında. Çiftin ölümünden sonra eve gelen kızları da tüm yaşanmışlıklarla yüzleşmek üzere evi görmeye gidip düşüncelere dalıyor ve film burada etkileyici bir şekilde bitiyor.


Amour izleyicinin empati duygusunu sömüren çok başarılı bir film. İncelemenin başlarında da dediğim gibi tüm bu anlattığım şeyleri yaparken klişelerden uzak duruyor ve aslında başarısının altında yatan önemli sebeplerden biri bu. Film bittikten sonra insan tanıdıklarının hayatları ve kendi hayatı üzerine düşünmeden edemiyor, ben filmden kendime dair mesajlar çıkardım umarım sizde de benzer bir etki yaratır. Sonraki yazılarda görüşmek üzere şimdilik au revoir!