Selam hayat damarlarından biri kopmuş ülkenin sanatsız kalmış insanları. Ülkemizde özellikle de malum partinin iktidarı süresinde geçen dönemde sanatçının ve sanatın ne kadar ayaklar altına alındığını görmemek elde değil. Bunun için yakın zamanda kaybettiğimiz Tarık Akan gibi değerli sanatçıları ve bu sanatçıların bizlere sunduğu çalışmalarını yaşatmak hayattaki motivasyonlarımızdan biri olmalı. Sanat yaşamın içindendir,insancıldır. İnsanların hayat ve toplum üzerine düşünmesine yardımcı olur. Bu yüzden insanların karakterlerinin,düşüncelerinin gelişiminde sanat aslında çok önemli bir rol oynar diyebiliriz. Biz Holywood'un içi boşaltılmış , günlük hazların peşinde olan filmleri yerine bizi düşündürebilecek, hayatımızı değiştirebilecek değerli filmler tercih etmediğimiz zaman Ankara'daki Başka Sinema salonu sayısı biri geçecek ve İzmir'deki Karaca Sineması kapanmayacak. Biz bunlara itiraz edebilmeye başladığımız zaman Devlet Tiyatroları'nda yabancı oyun oynansın mı tartışması olmayacak. Hayat üzerine daha çok düşünen ,sorgulayan bireyler yetiştirmekte sanat çok kilit bir rol oynuyor. Benim bu blogu yazmaktaki amaçlarımdan biri de sizlerin bu filmleri izlemeyi istemenizi sağlamak. Zaten aslında detaylı olarak alatacağım ütopya da tam bu değindiğim konuyla bağlantılı. Tüm bunlar bir yana Mart ayında anlık bir kararla Dogville filmini yazarak başladığım bu blog serüveninde otuzuncu yazıma gelmiş bulunmaktayım. Bu süre zarfında 200'ü aşkın film izledim Türk ve dünya sinemasından. Türk sinemasını biraz boşladığımı söyleyebilirim ama zamanla sıranın ona da geleceğini düşünüyorum. Bu süre içinde yazılarımı takip eden okuyan bana site üzerinden olmasa da yüz yüze güzel yorumlarını söyleyen insanlara teşekkür ederim ve otuzuncu yazıya, günümüz dünyasıyla inanılmaz benzerlikler taşıyan François Truffaut'un başarıyla Fahrenheit 451 filmini incelemeye başlayalım.
Fahrenheit 451 izledikten insanı dürten düşündüren iz bırakıcı bir ütopya. Filmi 1966'da çekilmiş kitabı 1953'te yazılmış olmasına rağmen verdiği mesajlar evrensel ve ölümsüz niteliktedir. Bunun yanında benim bu tarz bilim kurguya da yakın olan filmlerde görmeyi sevdiğim şey günümüz yaşantısıyla olan paralelliğidir. Henüz daha televizyonun insanları hipnotize edemediği zamanlardan bunun öngörülebiliyor olması çok hoşuma gitti. Sadece salonda ana bir televizyon değil evin yerlerinde küçük küçük televizyonlar olması hepimizin elindeki akıllı cihazlarla paralellik gösteriyor diyebiliriz. Benzer bir örnek ise 1968'de çekilen 2001: A Space Odyssey filmidir. Fahrenheit 451 filmindeki teknolojik cihazlar veya kullanılan haplar teknolojik gelişme tahmini dışında ütopyayı destekleyici amaçla kullanıldığı için ayrı bir anlam taşıyor bence. Ütopyanın içinde teknolojiye ,günlük hayata dair farkla olsa da bu durum filmin vereceği mesajların önüne geçmeyen basitlikte bana kalırsa. Bu noktada film bilim-kurgu türünden bir nebze daha uzaklaşıp ütopyaya yaklaşıyor ve dolayısıyla filmdeki mesajlar ön plana çıkmış oluyor.
Film sahne geçişleri,planlar özelinde başarılı bir film olsa da bu yazıda içerik üstünde durmak istiyorum. Filmdeki itfaiyecilerin görevlerinin tam tersi olan şeyi yapmakla görevlendirildiklerini görüyoruz. Bunu yozlaşmış devlet mekanizmalarının bir temsili olarak görebiliriz. Aslında zaten toplumlarda da yozlaşmanın kaynağı iktidardaki kişilerdir. Devlet kurumu veya iktidar denen kavramlar insanların akıllarında vardır. İnsanlar düzeni sağlayabilmek ve büyük toplulukları yönetmek için duydukları ihtiyaçtan dolayı bu kavramlara anlamlar yüklemeye ve bazı insanları kendi liderleri yapmaya başlamıştır. Rousseau'ya göre bu bir toplum sözleşmesi sayesinde sağlanır. İnsanlar bu toplum sözleşmesi çerçevesinde liderleri yaptıkları insanlara onların hayatlarını yönlendirebilme gücünü vermiştir. İktidarı denetleyebilecek daha üst mekanizmalar işlevliğini yitirir ve iktidarda olanlar totaliter ve baskıcı olurlarsa onları başa getiren halk doğrudan etkilenir bundan. Yani aslında ütopyada kitapların yakılıyor olmasının sebeplerinden biri iktidarın yozlaşmış ve halkın yararını göz ardı ediyor olmasıdır. İktidarın yozluğu da görevinin tam tersini yapan itfaiye birimi üzerinden anlatılıyor. İktidardakilerin tek amacı kendi iktidarlarını sürdürüp , insanların bu duruma olan itirazlarını sindirmeye ,minimuma indirmeye çalışmaktır.
Bu noktada sistematik olarak geçmiş unutturulmaya ve insanların hayatları basitlik ve itaat kavramları üzerinden şekillendirilmeye başlanıyor. Halkın bilgiye ulaşabileceği yegane kaynaklar kesiliyor. Televizyonlar üzerinden propaganda yapılıyor ve zaten yayınları yapan devleti üst kimlik olarak kabul ettikleri için etkilenmeleri çok zor olmuyor. Ayrıca medya insanları sakinleştirmek ve yönlendirmek için araç olarak kullanılıyor. Olmayan olaylar televizyon yardımıyla insanların gözünde gerçekliğe ulaşıyor. Bunu yaparlarken insanlara hafızalarını yitirmelerini sağlayan unutkanlık haplarından içmelerini ; geçmişlerini ve geçmişte,öğrendikleri bilgileri unutmalarını sağlıyorlar. Dolayısıyla bugünü basit ve itaatkar bir şekilde yaşayan insanlar iktidarın devamı için tehdit oluşturmuyorlar. Bu yüzden kitap yakan insanlar neden kitap yaktıklarını bile bilmiyorlar sadece yakıyorlar. Neden kitap yaktığı sorulduğunda ise öğretilmiş ,içi boş ,hazır cevaplar ile karşılaşıyoruz. Toplumun sorgulamaktan ve düşünmekten ne kadar yoksul olduğunu görmeye başlıyoruz. Türkiye'de yaşayan insanların liderleri sorgusuz sualsiz takip etmeye meyilli olması (Atatürk veya RTE) bu duruma paralel gerçek bir örnek olarak gösterilebilir. Bugün Türkiye'deki insanların bir kısmı RTE'yi peygamber olarak görüyorken söylediği şeyleri sorgulama zahmetinde bulunmadan uyguluyorlar. Zaten aksi olsa darbe büyük ihtimalle daha zor durdurulabilir bir hal alacaktı ve insanlar ölebileceklerini düşünüp sokağa çıkmayacaklardı. Türkiye'de yaşadığım için ve ülkenin şu anki durumu her türlü filme ,ütopyaya uygun olduğu için genelde örneklerimi Türkiye üzerinden veriyorum ama çok daha fazla genişletebilir.
İnsanları düşünmeye sevk edecek ve bu gidişata dur diyebilecek en önemli silah eğitimdir. Filmde kitapları seven ,koruyan ve toplumdaki diğer bireylerden farklı olmaya çalışan öğretmenin görevinden alındığını da görüyoruz. Bu da ikinci aşamadır. Eğer insanları cahil ,düşünmeyen makineler haline getirmek istiyorsan kalıplaşmış itaat eğitimini küçüklükten başlatman en iyisi olacaktır. İktidar öğretmeni kendine tehdit olarak gördüğü için görevden almaktan çekinmiyor. Benzer olarak iktidar karşıtı tiyatrocuların devlet tiyatrolarından kovulması, özgürlük ve barış uğruna yapılan yürüyüşlerin engellenmesi örnek verilebilir. İnsanlar tektipleştirici eğitimden çıktıktan sonra kendilerine zorla verilen sorumlulukları yerine getirme telaşına sürerler ve birey olmak adına adım atamazlar. Bu kişiler o kadar aynıdır ki hepsi berbere gitmek zorundadırlar. Eğer saçını bile farklı uzunlukta bırakmak istiyorsan ahlak polislerini atlatman gerekiyor ütopyada. Gerçek dünyamızda yine buna benzer olayları görüyoruz. Yani en azından ben küçükken ailemin saçım uzadığı gerekçesiyle otomatik bir şekilde beni sürekli berbere götürdüklerini hatırlıyorum. Aile kurumu bunu yapmasa bile okulda saç uzatmak yakın bir zamana kadar aykırı ve ceza gerektiren bir durumdu ki serbest kıyafet okullara geldi. Böyle küçük bir değişiklik bile biraz olsun kişilerin eğitim sistemi içinde nefes almasını sağlıyor ve bireyselliklerinin kaybolmamasına yardımcı oluyor diyebiliriz. Biz eğitimden geçirene kadar aslında çocuklar meraklı ve sorgulayıcı canlılar olarak geliyorlar dünyaya. Küçük çocukların ebeveynlerini soru yağmuruna tuttuğunu çok defa görmüşüzdür. Fakat soru sormayı ve düşünme yetenekleri onlara verilen eğitimden sonra inanılmaz bir şekilde düşüyor ve sonunda hepsi beyinleri yıkanmış zombiler haline gelmeye başlıyor. (Bu zombi kavramına ayrıca Only Lovers Left Alive filminde de oldukça güzel değiniliyor.) Filmde çocukların kitaba olan merakı yakılan kitaba merakla bakan çocuk üzerinden resmediliyor.
Filmde kitapların yakılmasının ana sebebinin insanları mutlu etmek olduğu söyleniyor. İnsanlar kitapların yakılması ve onlara uygulanan sistematik yozlaştırmanın sonucu olarak "eşit" ve mutlu olmuş oluyorlar. Aslında burada yaratılan eşitlik kavramı insanların eşit ve benzer zombiler oluyor olmasından başka bir şey değil. Bu zombilerin hayatlarına karışan, gidişe dur diyen insanlar olmadığı için bu insanların sistem içinde kişilere mutlu oldukları illüzyonu gösteriliyor. Bu insanlar içinde bulundukları durumda hayatın gerçek yüzünden ve insan olmanın temel gereksinimlerinden uzak olarak yaşıyorlar. Bu yüzden o kişiler aslında yaşayan ölüler olarak sürdürüp hayatlarını en sonunda ise ait oldukları yerlere yani mezarlara giderler. Montag evdeki kadınlara elindeki romandan bir parça okuduğu zaman bu kişilerin hayatla olan izolasyonunu yıkmış ve onları gerçeklerle buluşturmasından dolayı üzmüş oluyor. Hayatını gerçeklerden izole bir biçimde yaşamış bu kişilerin gerçekler veya onları dürten kitaplarla karşılaşması onları rahatsız ediyor ve aynı zamanda üzüyor.
Gözüme çarpan diğer bir nokta ise sansür tartışmasıydı. Filmde öyle bir an var ki itfaiye şefi bütün kitapların yakılması üzerine nutuk atarken elinde Hitler'in Kavgam kitabını görüyoruz. Bu durumda bir çok insan kendi içinde çelişkiye düşmüş olabilir. Sonuçta Adolf Hitler Yahudi katliamının baş sorumlusu ve onun yazdığı Yahudi karşıtı kitap bu sebepten dolayı yasaklanmalıdır. Bu noktada sansürün sınırını nerede çizmeye başlayacağımız sorusu benim aklıma geliyor. Sansür genelde kendini toplumun koruyucusu ve kural koruyucuları ilan eden kurulun veya kişilerin elindedir. Bu kişiler üst akıl oldukları iddiasındadırlar ve iktidarın temsilcileridirler aynı zamanda. Fakat aslında kitaplara sansür uygulayabilecek ideal bir akıl olmadığı için sansürler her türlü taraflı olmak zorundadır ve sansürler taraflı yapılmaya başlandığı zaman denetlenemez hal almaya başlar. Bu sebeple Kavgam kitabı her ne kadar ırkçı bir kitap olursa olsun düşünce özgürlüğünün korunması adına yasaklanmamalıdır. Yasaklar başladığı zaman bu refleksif bir hale gelir ve iktidar kendine tehtid olarak gördüğü bütün düşünceleri sansürleme yoluna gider ve bu ülkedeki özgür düşünce ortamını çok derin bir şekilde etkiler. Bir kitap veya bir film ne kadar iğrenç bir düşünceyi anlatıyorsa olsun toplum tarafından destek görmüyorsa onun topluma etkisi olamaz. Bunun önüne geçmenin tek yolu da daha önce söylediğim gibi çocuklara sorgulayıcı düşündürücü eğitim vermektir. Kitap okumayı ,araştırmayı hayatının bir parçası haline getirmiş bireyler zaten Kavgam kitabını tarihsel değeri nedeniyle incelemek üzere okuyacaklar ve kitap tarafından etki altına alınmayacaklardır. Burada etkilenen insanlar varsa burada suçlu olan kitaplar değil onların içinde bulunduğu dünya ve onlara verilen eğitimdir aslında.
Fahrenheit 451 ütopyası üzerine konuşabilecek ,tartışabilecek oldukça çok şey var. Ben sadece bunun bir kısmını size kendi bakış açımdan aktarmaya çalıştım. Eminim ki kitabı filminden çok daha farklı detaylara da sahiptir bu yüzden hem filmi izlemenizi hem de kitabı okumanızı öneririm. Sonraki yazılarımda buluşmak dileğiyle :)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder