27 Kasım 2016 Pazar

Persona Film İncelemesi

Uzun bir aranın ardından yazımı okumak için bu sayfada buluşan herkese merhaba. Derslerimin ve geri kalan diğer sorumluluklarımın beni sıkıştırması yüzünden bir süre blogumdan uzaklaştım. Sinema tarihinin ve aynı zamanda Bergman'ın en önemli filmlerinden olan Persona ile dönüş yapmak güzel oldu. Bu dönüşüm aynı zamanda Bergman'a ve Persona ya da tekrar dönmem anlamına geliyor. Persona filmini ilk defa Sinema Topluluğu'nun şiirsel sinema etkinliğiyle izlemiştim ve hatta o etkinliğin başka bir filmi Au Hazard Balthazar üzerine yazımı da yazmıştım. Arada geçen yaklaşık 6 aylık süre içinde izlediğim filmlerin sayısını ve çeşitliliğini arttırdım. Bu durum ikinci kez izlediğim Persona filmi üzerine konuşabilmemi sağladı. Blogumda daha önce birçok Bergman filmi üzerine yazı yazsam da Persona birçok açıdan farklılaşıyor. Sevgili yönetmen Ingmar Bergman bana kalırsa bu filminde inanılmaz bir anlatım tekniği uyguluyor ve bu yönden en az Au Hazard Balthazar kadar çığır açıcı olarak nitelendirilebilir. Bu filmde Bergman'ın bir çok imzasını görürken diğer filmlerinde bulunmayan bazı deneysel diyebileceğimiz taraflarını da görüyoruz.


Bergman öncelikle izlediğimiz şeyin bir sinema filmi olduğunu bilmemizi istiyor. Bunu aslında bir çok yönetmen başka başka filmlerinde yapıyor. Nymphomaniac serisinde kameranın görünmesi, Taste of Cherry filminde filmin sonunda yönetmenin ve çekim anının gösterilmesi gibi daha şu an aklıma gelmeyen birçok durum buna örnek olarak gösterilebilir. Bunun birincil nedeni bizim film izlerken dikkatimizi dağıtıp filmin gerçeklerini hayatınkilerle karıştırılmasının istenmemesi. İkincil nedeni ise benzer bir sebepten karakterlerle empati kurmayı ve özdeşleştirmeyi engellemeyi istemektir. Aslında insanlar sinemaya gittikleri zaman gerçek dünyadan çıkmak ve biraz olsun sinemanın büyülü yollarında yürümek için cüzdanlarındaki paraları harcarlar. Bu durum kullanılarak insanlara boş umutlar çok kolay pompalanabilir ve ticari olarak da çok geniş bir kullanımı var bu yüzden. Fakat Bergman filminde o kadar ilginç bir anlatım tekniği uyguluyor ki ( ileride daha detaylı bahsedeceğim ) anlatılan şeyi anlamamız için algılarımızın yapay beklentilerle kirletilmemiş olması gerekiyor. Tarkovsky kendi filmleri için onları anlamak yerine hissetmemiz gerektiğini söyler. Bu durumun bu film için de geçerli olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Eğer filmdeki olayları gerçek dünyada , zamanın gerçek akışında değerlendirmeye başlarsak oldukça anlamsız olduğunu veya bizim filmi anlamak için yeteri kadar zeki olmadığımızı düşünmeye başlayacağız. Bergman filmde bize film izlediğimizi hatırlatmak için ilginç ve garip sekanslar gösteriyor. Bu sekansların ortak özelliği dikkatinizi çok kolay uçuruyor olması. Bir ara filmin bozulduğunu ve farklı bir zamandan devam ettiğini de görüyoruz. Bunların hepsi yukarıda bahsettiğim durumun içine girmeniz için düşünülmüş şeyler. "Asıl film" başlamadan yatağından uyanıp filmi izleyen çocuğun da izleyicileri temsil ettiğini düşünüyorum.


Berkay bu kadar konuştun da ne diyorsun diyenler için asıl kısma geldik. Bence bu filmdeki hiç bir şey gerçek değil. Bergman daha önce de çok defa yaptığı gibi bu filmde de gerçekle ,rüyayı iç içe sokarak bizim kafamızı karıştırıyor. Filmde gerçek olan tek şey filmin kendisi ve Bergman'ın bize aktarmaya çalıştığı hikaye. Filmde gördüğümüz şeylerin çoğu gördüğümüz anlamları taşımıyor aslında. İşte bu yüzden biz onları anlamaya çalıştıkça ve metafor olarak düşündüğümüz şeyler üzerine düşündükçe filmi anlamaktan o kadar uzaklaşıyoruz. Bu yüzden filmi bir kere izlemiş ve üstüne yazı okumasına rağmen anlayamamış insanların filmi edindikleri bilgilerle tekrar izlemesi gerçekten önemli. Filmde bana kalırsa anlatılan hikaye ve baş karakterler dahil her şey filmin gerçekliği içinde sorgulanabilir şeyler. Fakat eğer film üzerine konuşmak istiyorsak belirli kabuller yaparak ilerlememiz daha iyi olur. Filmde psikolojik problem yaşayan en azından bir kişi var ve bütün film kişinin psikolojisini bizlere göstermek filmin birincil amacı. Benim filmi izledikten sonraki ilk düşüncem aslında hasta bakıcı ve aktrisin aslında aynı kişi oldukları.

Hemşire Alma ve aktris Elisabeth'in aynı kişiler olduğunu anlamamız için filmde oldukça ilginç planlar,ışıklandırmalar kullanılıyor ve hikayenin akışı ,sonu yardımıyla destekleniyor. Filmin sonuna doğru karakterler birbirlerine oldukça benzemeye başlıyorlar. Bu benzerlik sadece kılık kıyafetleriyle alakalı değil. Bir süre sonra ikisinin de yüzlerinin sadece bir yarısının aydınlatıldığını görüyoruz. Karakterlerin aynı kişiler olduğunu söylemek de aslında tam doğru değil. Bu iki karakter bir kadının iki ruh halini ve iki tarafını temsil ediyor daha çok. Elisabeth hayatı insanların doğrularına ,beklentilerine göre yaşamış ve rol yapmaktan kurtulamadığı için susmayı seçmiş. Elisabeth için tek kaçış yolu susmak gibi gözüküyor. Fakat Alma ise toplumun normlarına göre yaşadığı hayattan bunalmış ve anlattığı her hatırasında toplum tarafından bastırılmış olmanın izlerini görmemiz kaçınılmaz. Fakat Alma içinde bulunduğu halden dolayı şikayetçi değil. Yani özetle hayatını toplumun ona hazırladığı kafesin içinde yaşamaktan sıkılmış birinin kendi içinde verdiği savaşı izliyoruz. Bu kişi gerek bastırılmış cinsel duygularıyla, toplumun ona dayattığı normal insan algısının onda yarattığı problemleri gözlemiyoruz. Bir yandan bu kişinin kendi hayatına yabancılaştığını da söyleyebiliriz. Alma'nın eve gelen kişinin kendi kocası olup olmadığından emin olmaması buna bir örnek olarak gösterilebilir. Alma film boyunca Elisabeth'i konuşarak pes ettirmeye çalışıyor. İntihar dahil bir çok yöntemi kullanarak onu konuşturmaya çalışırken aslında eski ,"sağlıklı" haline geri dönmeye çalışıyor. Toplumun yaptığı baskıya kendi iç baskısın ekleyerek kendi ruhuna işkence ediyor.


Tüm bu çabalarının boşa olduğunu gören Elisabeth ise ona gülmekle yetiniyor. Elisabeth sürekli bir dinleyici konumunda film boyunca ve Alma ile birlikte bir çok planı paylaşıyorlar. Alma'nın Elisabeth'in gönderdiği mektubu açıp okuması , kendine dürüstleşmesi anlamına geliyor. Aslında biz bütün film boyunca kendiyle hesaplaşan belki de aslında hiç konuşmayan bir kadının iç dünyasının sinemasal olarak dışa vurumunu izliyoruz. Alma film boyunca değişik yollarla kendi zihniyle iletişime geçiyor. Toplumun dışında bir evde geçiyor olması da kişinin kendiyle baş başa kalmasına ve kendi üzerine düşünmesine olanak sağlıyor. Fakat toplumdan bu kadar uzak bir yerde bile aslında toplumun yarattığı baskının , otoritenin zihnimizde olduğunu görüyoruz. Toplumdan fiziksel olarak uzak olsak dahi onun bize ektiği tohumlardan kolayca kurtulamıyoruz çünkü onlar tüm bir yandan artık varoluşumuzu da belirler olmuşlar.

Bu yazımda filmin içindeki bütün gizemleri açıklamak yerine filmin okumasını daha rahat yapmak için öneriler sunmaktı. Elbette incelemenin içinde savunduğum tezlerim yine filmin kendi gerçeklik kavramı içinde çürütülebilir fakat zaten önemli olan haklılıktan çok tartışmayı ayakta tutmak diye düşünüyorum. Söylediğim gibi Alma ve Elisabeth aynı kişiler olmasa bile bu gerçekten önemli değil. Bu yazıyı okuduktan sonra internetteki diğer yazıları da okumanızı kesinlikle öneririm. İncelememi bitirirken sizi filmden güzel iki alıntı ile baş başa bırakıyorum.

"İçimizde taşıdığımız, bu kaygılar, umutsuz düşlerimiz, açıklanamaz zulüm, yok olma korkumuz, dünyevi koşullarımızın farkına varmış olmamız, selamet umudumuzu daha belirginleştiriyor. İnancımızın ve kuşkumuzun geceki haykırışları perişanlığımızın ve ürkütücü farkındalığımızın en korkunç kanıtları oluyor."

"Anladığımı düşünmüyor musun? Var olmayı boş yere hayal etmek. Öyleymiş gibi görünmemek, gerçekten olmak... Uyanık olduğun her an. tetikte... Başkalarına karşı sen ile yalnızkenki sen arasındaki uçurum. Baş dönmesi ve sürekli açlık, açığa vurulmak için. İçinin görülmesi için... Hatta parçalara ayrılmak ve belki de tümüyle yok edilmek için. Sesin her tonu bir yalan, her davranış bir aldatmaca, her gülümseme aslında yüz ekşitme. İntihar etmek mi? Oh, hayır. Bu çok çirkin. Sen yapmazsın. Ama hareket etmeyi reddedebilirsin. Konuşmayı reddedebilirsin. O zaman en azından yalan söylemezsin. Böylece düşünceye dalıp, kendi içine kapanabilirsin. Artık rol yapmaz, herhangi bir maske takmaz ve yalancı davranışlarda bulunmamış olursun. Sen öyle sanırsın. Ama gerçek inatçıdır. Saklandığın yer su geçirmez değildir. Yaşam dışarıdan sızar içeri. Ve tepki vermek zorunda kalırsın. Hiç kimse de bunun gerçek olup olmadığını, sen içten misin yoksa yapmacık mısın diye sormaz. Bu soruların önemsendiği tek yer tiyatrodur. Hatta orada bile fark etmez. Seni anlıyorum Elisabet. Kendini bırakmanı, hareketsiz kalmanı, hayali bir sistem içinde apatiye girmeni anlıyorum."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder