2 Temmuz 2016 Cumartesi

The Grand Budapest Hotel Film İncelemesi

Hola amigos! Bu blog aracılığıyla yazdığım yirminci yazıma hoş geldiniz! Nedenini bilmesem de yirmi sayısının blogum adına önemli bir sayı olduğunu hissediyorum. Size burada size yirmi sayısıyla ilgili çeşitli ilginç bilgiler vermek isterdim fakat incelemem gereken bir film var. Eğer yirmi sayısı hakkındaki ilginç bilgileri öğrenmek isterseniz sizi  >>>buraya<<<  alalım. Şaka bir yana Mart ayından beri hem kendimi geliştirmek hem de sizlere düşüncelerimi aktarabilmek için küçük de olsa bir emek harcıyorum. Her ne kadar henüz hiç bir yazıma olumlu ya da olumsuz eleştiri alamasam da yazımı okuyan insanları istatistik tablosunda bile görüyor olmak benim yazma motivasyonumu arttırıyor ve mutlu ediyor. Bu yüzden sırf beni mutlu etmek için sayfayı onlarca kez yenileyip tıklanma sayısını arttıran arkadaşlarıma ve hiç okumadan beğenen akrabalarıma teşekkürü bir borç biliyorum. Lafı fazla uzatmadan güzide filmimiz hakkında konuşmaya başlayabiliriz. Filmi masalsı olarak nitelersem kimsenin itiraz edeceğini düşünmüyorum. Gerek görselliğiyle , gerek karakterlerin özgünlüğüyle izlerken bizi büyüleyen bir yapısı var The Grand Budapest Hotel'in. Wes Anderson'ın yarattığı bu filmi bitirdikten sonra farklı bir film izlemenin mutluluğunu yaşadım. Elbet her yönetmenin filmlerinde kendine ait dokunuşları vardır ama Wes Anderson'un yarattığı masalsı evren belki de benim "içimdeki çocuğa" daha fazla dokunduğunu ve etkilediğini söyleyebilirim. Zaten filmim bu başarısı ödülsüz bırakılmamış. Filmde daha izlemeden dikkatleri çeken diğer bir unsur ise oyuncu kadrosu. Baş roldeki Ralph Fiennes ve Murray Abraham'dan tutun Adrien Brody, Willem Dafoe, Bill Murray, Edward Norton gibi bir çok ünlü oyuncuyu barındırıyor film. Wes Anderson rollerin filme etkilerini belirlerken adaletli davrandığını ve hiç bir oyuncuyu gölgede bırakmadığını düşünüyorum.


Öncelikle film çekilirken kullanılan en boy oranlarının filme etkisini incelemek istiyorum. Film başlar başlamaz gelen uyarı filmi 16:9 oranında izlemem gerektiğini söylüyordu. Bunun nedeni film boyunca en boy oranının değişiyor olması. Sinemanın yeni popüler olduğu zamanlar yönetmenler 4:3 oranında çekmek zorundaydılar ve bu zaman içinde yerini çoğunlukla 16:9 o anına bıraktığını söyleyebiliriz. Film sırasında en boy oranı anlatılan zamanı niteler bir şekilde değişiyor. Zero Moustafa'nun anlattığı hikaye yansıtılıyorsa veya The Grand Budapest Hotel'in eski hali gösteriliyorsa geçmişi niteleyen 4:3 oranı kullanılıyor. Kısaca 4:3 oranı kitaptaki geçmişin gösterildiği yerlerde kullanılıyor. Kitabın şimdiki zamanında ise 16:9 oranı kullanılmakta. Kitabın yazarının kitabı (yazarın Stefan Zweig'a benzetilmeye çalışıldığını düşünüyorum) anlattığı sahnelerde ise ekranı kaplamayan küçük bir çerçeve kullanılmış ve kitabı okuyan kızı gösterildiği sahnelerde ondan daha büyük bir çerçeve kullanılmış. Kitabın okunduğu evren aslında The Grand Budapest Hotel ve daha nice güzel kitabın olduğu bir evren olduğu için daha büyük ve kapsayıcı olması anlamında farklı bir boyutla yansıtılmış olabilir bence. Fakat asıl hikaye yazarın kitabında ne anlattığı ve Zero Moustafa'nın bu kitabın içinde ne anlattığı olduğu için film genelinde 16:9 ve 4:3 oranları çoğunluktaydı. Bunun yanında film boyunca Wes Anderson tarafından yaratılmış yapay ekranlar vardı . Bunlara örnek olarak küçük mutfak,otel camları, kapaklar verilebilir. Bazen hikayenin bir bölümünün o küçük camların arkasında oynadığını görebiliyoruz.

Çekimle ilgili ilgimi çeken ikinci ayrıntı hareketli kamera kullanımı. Film boyunca dinamik bir atmosfer vardı ve kameranın bu hareketleri hem aksiyonu kesmemek için hem de filme hız katmak konusunda işe yaramış. Hareketli çekimlerin yanında yakın çekimler de bolca kullanılmış. Zaten karakterlerin her biri gerek senaryo ,gerekse görsellik olarak eşsiz olduğu için bu insanlara yapılan yakın çekimler beni gerçekten film boyunca heyecanlandırdı. Karakterlerin çoğunun yüzünde karakteristik bıyıklar ,bakışlar ve anlamlar vardı. Zero Moustafa daha saygılı ve itaatkar görünürken , Jepling'in soğukkanlılığını suratının kemikli ve sert yapısından anlayabiliyoruz. Bunların yanında film boyunca gerek otelin gerek ,mezarlığın,yemek salonunun görüntülerini geniş plandan görme fırsatı da bulduk. Geniş plandan çekilen görüntüler ağırlıklı olmak üzere filmdeki çoğu sahne adeta tablolardan fırlamış denilebilir. Buna tablo demek yerine masalsılık da diyebiliriz. Bu masalsılığı yaratan şey ise renklerin seçimi. Gerek otel personelinin giydiği mor kıyafetlerden tutun asansörün kırmızısına kadar. Gerçek olamayacak güzellikte bir şölen. Bizi bu sıkıcı hayatlarımızdan alıp hikayenin içine sokuyor Wes Anderson. Masalsı görüntülerin ve anlatımın yanında biraz da karikatürize olmuş bir evren de görüyoruz. O renklerin o kadar afili olmasının bir nedeni hikayeyi uçlara taşıyıp komediyi ön plana çıkarmak olabilir.


Oyunculuklar filmi farklı bir boyuta taşıyan diğer bir etmen. Filmin uzunluğu 1 saat 39 dakika fakat aynı hikaye çok daha uzun bir süreyle de çekilebilirdi. Fakat Wes Anderson filmde öyle bir dinamiklik yaratmış ki bu oyunculuklara da elbette yansımış. Zero Moustafa'nın sevgilisi Agatha ile bile ağır bir romantizm yaşamak yerine hızlı ,kesin sohbetler etmeyi ve kararlar almayı (evlilik kararı gibi) tercih ediyor. Yaratılan masalsı evrende dinamiklik ve zaman en değerli şeylerden biri. Öyle ki bu zaman zaman güldürüyü de yaratıyor. M. Gustave'in okuduğu uzun şiirlerin hep yarıda kesilmesi, hayatını kaybeden Serge X. için bir dakikalık saygı duruşunun 10 saniye olması filmin durmaya fırsatı olmadığını kanıtlar nitelikteydi. Agatha'nın kısa şiirinin tamamını okuyabildiği sahne beni en çok güldüren sahnelerden biriydi Bir filmi baştan sona kadar aynı tempoda sürdürmek imkansız. Bu yüzden filmin arada durakladığı bölümler elbet oluyor. Filmin durakladığı bölümleri dolduracak derin diyalogları yoktu filmin. Bana kalırsa filmin en büyük eksiği diyalogların sahneyi doldurmaması. Aslında bakılırsa bazen o aceleci anlatımı izlemek de sadece görsel anlamda doyurdu beni. Yani şunu söylemeliyim ki , gerçekten güzel bir film olmasına karşın başından sonuna kadar beni ilgili tutamadı. Bu söylediğim şeyler filmi basitleştirip komediyi güçlendirmiş ögeler olabilir.

Filmde ölüm gibi en vahim durumlar filmin absürdlüğü içerisinde bir komediye dönüşüyor. Bu duruma Madame D. nin cenazesini görmeye giden M.Gustave'ın ojelerini doğru renk yapmasını takdir etmesi örnek olarak gösterilebilir. Filme inceleme boyunca bir sürü benzetme yaptım ama belki de filmin komedi tarafını açıklayan en iyi benzetme karikatüre benzemesidir. Avukatın parmaklarının basit lego parçaları gibi yere düşmesi. M.Gustave ve arkadaşlarının hapishaneden kaçış sahneleri hepsi absürddür ve gerçek hayatta yeri yoktur. Fakat zaten  Zero Moustafa ve M.Gustave'ın birlikte yaşadığı anılar karikatürize edilmiş oldukları için güzeldir ve komiktir. Tüm bu anılar hikayeler M.Gustave'in ölümünden sonra hüzünlendirir. Hüzünlendirir çünkü onunla gerçekten iyi zaman geçirmiştir. M. Gustave'ın askerle kavgaya tutuşması komiktir ama bu anıyı hatırlamak bir o kadar üzücüdür. Yani kısacası filmde yaratılan komedi üzerinden aynı zamanda dram doğuyor. Fakat film bitince hepimizin içinde bir sıcaklık kalıyor. Bir yandan yaşadıkları komik anlara gülerken öbür yandan Büyük Budapeşte Otel'in ve Zero Moustafa'nın yalnızlığına üzülüyoruz.

Özetlemek gerekirse Wes Anderson'un bu filme yansıttıklarını zaman zaman filmden kopsam bile özgün ve başarılı buldum. İlerleyen zamanlarda ,başta Moonrise Kingdom olmak üzere, Wes Anderson'un geri kalan filmlerini izlemeye çalışacağım ve fırsat buldukça da yazılarıma devam etmeyi düşünüyorum. Sonraki yazılarımda görüşmek üzere... Adios amigos!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder