Filmin siyah beyaz çekilmesi bence filmin atmosferine gerçekten inanılmaz katkı sağlıyor. Film varlık , hiçlik ,hayatın anlamı ve rutin yaşam gibi bir sürü iç karartıcı konuyu ele alırken renklerden kaçınması anlamsal açıdan da destekliyor bence. Bunun yanında gösterilen insanların geçmişte bir zamanda yaşıyormuş izlenimi bırakması da siyah beyaz tercihinde etkili olmuş olabilir. Schindler's List filminde olduğu gibi geçmiş olduğunu vurgulamak için yapılmış olabilir ama filmde o kadar zamana bağlı olay olduğunu da söylemek zor. Filmdeki 6 gün vurgusunun yaradılış hikayesiyle aslında hiçliğin de yaratıldığı anlatılmak istenmiş olabilir. İnternet üzerinde okuyacağınız çoğu eleştiri ve incelemede tersine yaratılışı anlatan bir film olarak değerlendirildiğini görebilirsiniz filmin ama benim asıl bahsetmek istediğim şey varlıkla ,hiçliğin birbirinin doğal sonuçları olması ya da tamamlaması. Dolayısıyla evrenin yaratılmasıyla insan yaşamak zorunda olduğu anlamsız rutinlerle dolu hiçlik içine hapis olmuş oluyor aynı zamanda. Filmde bolca uzun çekim görüyoruz. Bela Tarr mümkün olduğunca sahneleri kesmekten kaçmış diyebiliriz. Ben kendi adıma uzun sahnelerden daha çok hoşlanıyorum. Hiç kesme olmadan çekilmiş Victoria filmi bu yönüyle hoşuma gider mesela oldukça . Bunun dışında sahneleri kesmediği gibi kişileri ve nesneleri bu uzun sahneler boyunca çok doğru yerleştirmeyi de becermiş. Bu alanda da kendisini Oldeuboi ile keşfettiğim ve yakın zamanda Handmaiden filmine gitmeyi çok istediğim Chan-wook Park'ın stilini de biraz andırıyor diyebilirim.
Filmdeki görsel atmosfer de gerçekten bir kıyamet senaryosunu andırıyor ve aslında filmde aksiyon olmasa da sürekli uçuşan yapraklar ve arkadan gelen rüzgar sesi diyalogsuz anları dolduruyor diyebiliriz. Bunun dışında filmdeki tek olduğunu düşündüğüm müzik de oldukça başarılı bence filmin hissiyatını vermeye yardımcı oluyor gerçekten.
Filmde üzerine konuşulabilecek ve insanda yorum yapmak için paranoya uyandırabilecek bir çok detay var ama biz filmi değerlendirirken filmi girmesini istediğimiz anlam kalıplarına sokmaya çok da uğraşmamalıyız bence. Örneğin Yekta Kopan'ın bu film üzerine yazdığı yazıda yönetmenin ağzından alıntıladığı sözlerde filmdeki baba ve kızın patates yemelerinin metaforik bir anlam taşımadığını ,tek ellerinde olan şeyi yediklerini söylediğini görüyoruz. Benzer bir şekilde yakında vizyonda girecek Koca Dünya filminin ön gösterimine gitmiştim ve Reha Erdem söyleşide bir soruyu cevaplarken filmde metafor kullanmadığını açık bir dille söylemişti. Yani bu noktada aslında çoğu filmi yorumlarken elimizde olanları ne kadar iyi kullanabileceğimize bakmamız gerekiyor bence. Bu doğrultuda öncelikle benim filmde gördüğüm şeyler "bir yerden" eve dönen at ve arabacı ,arabacının kızı ve bunların rutin hayatının bize yansıtılması. Ben ev ve çevresinde geçen olayların bize yansıtılmasını öncelikle Akira Kurosawa'nın Rashomon filmine ve Bergman'ın Persona filmine çok benzettim. Bunun nedeni yaşanan günlerin küçük detay farkları dışında neredeyse aynı olması ve biz bu yaşanan günü her gözlemleyişimizde farklı bir pencereden bakıyoruz aslında. Bergman'ın Persona filmindeki açı,ters açı sahnesi veya Rashomon filmindeki olayın başka kişiler tarafından farklı yorumları buna oldukça benzer. Bu filmlere Haneke'nin Amour filmini de eklemezsek ayıp olabilir. Dinlediğiniz şeyle anlattığınız şey aynı değildir demişti yanlış hatırlamıyorsam Haneke. Filmde o yaşanan rutini farklı perspektiflerden görmemiz yetmiyormuş gibi bence kameranın kendine has bir karakteri olduğunu da fark ediyoruz. Sanki Bela Tarr kamerasını almış ve gerçek bir olayı oradaki insanlara görünmeden çekmeye çalışmış gibi. Hem adamın hem kızının hem atın hem de kendi açısından bize yansıtmaya çalışmış bütün olanları ve belki de filmi kendi açısından kamera açılarıyla,davranışlarıyla bitirip bize anlatmak istediğini anlatmak istiyor diyebiliriz.
Bunun dışında filmin gerçekten güzel bir veda filmi ve baş yapıt olduğunu söylememiz gerekiyor. Tabii ki filmin içindeki başka filmlere benzeyen bölümlere bir başkasını daha eklemekten çekinmiyorum. Au Hazard Balthazar benim bloguma da yazdığım ve bu filmle çok ortak noktası olduğunu düşündüğüm bir film. Zaten iki filmi de daha önce izlediyseniz neler yazacağımı belki de cümleleri okumaya başlamadan anlayacaksınız. Au Hazard Balthazar baş rolünde bir eşek oynamakta ve bu filmin en azından yardımcı rollerinden birinde atın oynadığını söylemek yanlış olmaz kesinlikle. Aslında bence zaten filmin başında Nietzsche'nin hikayede sarıldığı atın o at olduğunu düşünüyorum ama o at olmasa da hikayede değişen bir durum olacağını düşünmüyorum. Aynı Au Hazard Balthazar'da olduğu gibi karakteri,kararlar olan ve çevresindeki bütün olayları etkileyen bir hayvan var ve bunu tek kelime etmeden yapıyor olması sinemanın bir büyüsü. Aslında filmde gelişen bütün olayların temelinde atın yemek yemeyi ve itaat etmeyi bırakması yatıyor diyebiliriz. Hatta bana kalırsa at itaat etmenin ,araba çekmenin ve anlamsız hayatını daha da anlamsız yapacağına inandığı için yapmıyor bunları. At ile birlikte başlayan bu farkındalık rüzgarı tahta kurularına ,arabacıya, kızına ve hatta gaz lambasına dahi ulaşıyor ve film büyük bir hiçliğin içinde bitiyor. Filmin bir bölümünde ben atın sinemanın dördüncü duvarını yıkıp bizim gözlerimize baktığını düşünüyorum ve bunun yönetmen tarafından kasıtlı bir şekilde ayarlandığını düşünüyorum. İnsanların gözlerimizin içine bakmasına alışkınız ama bunu yapanın bir at olması beni farklı bir şekilde etkiledi. Filmin bitiş biçimi bence Bergman'ın Seventh Seal filmi ile de benzerlik taşıyor diyebiliriz. Seventh Seal filminde ölüm insanları buluyordu ve ikonik ölüm dansı sahnesiyle bitiyordu film. Burada da benzer bir şekilde hiçlik o evi ve evin içinde bulunduğu dünyaya egemen oluyor. Seventh Seal'deki dansa benzer bir plandan çekilmiş bir sahne daha var ve o da arabacı,kızı ve atın evden kaçma çabasını gösteren sahne. Belki de Bela Tarr bize bu sahneyle ölümün bu anlamsız hayattan bir çıkış olamayacağını çünkü aslında kaçmanın mümkün olmadığını anlatmaya çalışıyor. Ya da kimsenin bu varoluşçu sancıları yaratan fırtınadan kaçacak kadar gücü yok ve hayatın anlamsızlığının onları ele geçirmesinin tek sonuç olacağını söylüyor da olabilir. Bunların hiç biri de olabilir tabii ki :)
Film incelemesi yazmak insana yazma süreci içinde yeni çıkarımlara varabilme imkanı da sağlıyor aslında. Bu yüzden bu yazının benim için de filmi yorumlama noktasında faydalı olduğunu söyleyebilirim. Yazıyı bitirmeden şunu da söylemeliyim ki filmin direk bir mesajı olmadığı da oldukça açık ve bence böyle bir beklenti içine girmek de gereksiz. Bırakın fırtına sizi ele geçirsin ve kafanızdaki soru işaretleri çoğalsın belki izlediğiniz bu filme kendi hayatınız içerisinde farklı sonlar ekleme şansını siz bulabilirsiniz. Belli ki Bela Tarr alternatif sonunu bulamadan yönetmenlik kariyerine son vermiş. İnsanlığın asırlardır cevap vermeye zorlandığı büyük sorulara cevap bulmak hayatı sadece daha anlamsız bir hale getirecektir. Bence hayatı daha anlamlı hale getiren şey bu soruların çoğalması ve bizim de sürekli bir arayış içinde olmaya çalışmamızdır aslında. Bu blog da benim hayattaki sorularıma cevap arayışımın bir ürünüdür diyebilirim aslında. Bu nedenle yaklaşık bir tam olarak bir sene bir gün sonra yazdığım bu yazıda ve bu süreç boyunca blogumu okuduğunuz ve bana eşlik ettiğiniz için teşekkür ederim. Görüşmek üzere !
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder