30 Mart 2017 Perşembe

The Turin Horse Film İncelemesi

Yaklaşık bir, tam olarak bir sene bir gün önce açtığım bu blogu bu kadar uzun süre devam ettirebildiğim için çok mutlu olduğumu söyleyerek sizleri selamlıyorum. Bu blogla birlikte ben de oldukça geliştiğimi düşünüyorum ama hayatta gidecek yol siz gitmek istedikçe asla bitmez. Yola devam etmek için tek gereken şey yeterince istekli olmaktan başka bir şey değil. Bu yazı bir nebze de kutlama niteliğinde aslında. Böyle önemli bir yazıyı yazmadan önce de herhangi bir film seçmek istemedim gerçekten. The Turin Horse ya da Torino Atı filmi beni gerek fragmanı gerekse konusuyla çok etkiledi. İzlemeden önce nasıl bir filmle karşılaşacağımı aşağı yukarı biliyordum fakat Bela Tarr'ın daha önce hiç filmini izlemediğim için nasıl bir tarzı olabileceği hakkında pek fikrim yoktu. Bu yüzden yazıyı Bela Tarr üzerinden anlatmak yerine özellikle benzer konuları ele alan Bresson ve Bergman gibi yönetmenlerin filmlerindeki benzerlikler üzerinden anlatmaya çalışacağım. Biraz teknik detaylar biraz da filmin asıl anlatısı üzerine konuştuktan sonra bir sonraki incelemeyi yazdıracak filmi bulma döngüsüne tekrar gireceğim. Yazıyı okuyup sonradan filmi izlemeyi düşünecekleri şimdiden uyarıyorum. Film gerçekten eğlenceli veya akıcı değil. Boş zamanınızda izleyeceğiniz değil düşünsel bir egzersiz yapmak isteğinde olduğunuz zaman izlemeniz gereken bir film Torino Atı.


Filmin siyah beyaz çekilmesi bence filmin atmosferine gerçekten inanılmaz katkı sağlıyor. Film varlık , hiçlik ,hayatın anlamı ve rutin yaşam gibi bir sürü iç karartıcı konuyu ele alırken renklerden kaçınması anlamsal açıdan da destekliyor bence. Bunun yanında gösterilen insanların geçmişte bir zamanda yaşıyormuş izlenimi bırakması da siyah beyaz tercihinde etkili olmuş olabilir. Schindler's List filminde olduğu gibi geçmiş olduğunu vurgulamak için yapılmış olabilir ama filmde o kadar zamana bağlı olay olduğunu da söylemek zor. Filmdeki 6 gün vurgusunun yaradılış hikayesiyle aslında hiçliğin de yaratıldığı anlatılmak istenmiş olabilir. İnternet üzerinde okuyacağınız çoğu eleştiri ve incelemede tersine yaratılışı anlatan bir film olarak değerlendirildiğini görebilirsiniz filmin ama benim asıl bahsetmek istediğim şey varlıkla ,hiçliğin birbirinin doğal sonuçları olması ya da tamamlaması. Dolayısıyla evrenin yaratılmasıyla insan yaşamak zorunda olduğu anlamsız rutinlerle dolu hiçlik içine hapis olmuş oluyor aynı zamanda. Filmde bolca uzun çekim görüyoruz. Bela Tarr mümkün olduğunca sahneleri kesmekten kaçmış diyebiliriz. Ben kendi adıma uzun sahnelerden daha çok hoşlanıyorum. Hiç kesme olmadan çekilmiş Victoria filmi bu yönüyle hoşuma gider mesela oldukça . Bunun dışında sahneleri kesmediği gibi kişileri ve nesneleri bu uzun sahneler boyunca çok doğru yerleştirmeyi de becermiş. Bu alanda da kendisini Oldeuboi ile keşfettiğim ve yakın zamanda Handmaiden filmine gitmeyi çok istediğim Chan-wook Park'ın stilini de biraz andırıyor diyebilirim.
Filmdeki görsel atmosfer de gerçekten bir kıyamet senaryosunu andırıyor ve aslında filmde aksiyon olmasa da sürekli uçuşan yapraklar ve arkadan gelen rüzgar sesi diyalogsuz anları dolduruyor diyebiliriz. Bunun dışında filmdeki tek olduğunu düşündüğüm müzik de oldukça başarılı bence filmin hissiyatını vermeye yardımcı oluyor gerçekten.


Filmde üzerine konuşulabilecek ve insanda yorum yapmak için paranoya uyandırabilecek bir çok detay var ama biz filmi değerlendirirken filmi girmesini istediğimiz anlam kalıplarına sokmaya çok da uğraşmamalıyız bence. Örneğin Yekta Kopan'ın bu film üzerine yazdığı yazıda yönetmenin ağzından alıntıladığı sözlerde filmdeki baba ve kızın patates yemelerinin metaforik bir anlam taşımadığını ,tek ellerinde olan şeyi yediklerini söylediğini görüyoruz. Benzer bir şekilde yakında vizyonda girecek Koca Dünya filminin ön gösterimine gitmiştim ve Reha Erdem söyleşide bir soruyu cevaplarken filmde metafor kullanmadığını açık bir dille söylemişti. Yani bu noktada aslında çoğu filmi yorumlarken elimizde olanları ne kadar iyi kullanabileceğimize bakmamız gerekiyor bence. Bu doğrultuda öncelikle benim filmde gördüğüm şeyler "bir yerden" eve dönen at ve arabacı ,arabacının kızı ve bunların rutin hayatının bize yansıtılması. Ben ev ve çevresinde geçen olayların bize yansıtılmasını öncelikle Akira Kurosawa'nın Rashomon filmine ve Bergman'ın Persona filmine çok benzettim. Bunun nedeni yaşanan günlerin küçük detay farkları dışında neredeyse aynı olması ve biz bu yaşanan günü her gözlemleyişimizde farklı bir pencereden bakıyoruz aslında. Bergman'ın Persona filmindeki açı,ters açı sahnesi veya Rashomon filmindeki olayın başka kişiler tarafından farklı yorumları buna oldukça benzer. Bu filmlere Haneke'nin Amour filmini de eklemezsek ayıp olabilir. Dinlediğiniz şeyle anlattığınız şey aynı değildir demişti yanlış hatırlamıyorsam Haneke. Filmde o yaşanan rutini farklı perspektiflerden görmemiz yetmiyormuş gibi bence kameranın kendine has bir karakteri olduğunu da fark ediyoruz. Sanki Bela Tarr kamerasını almış ve gerçek bir olayı oradaki insanlara görünmeden çekmeye çalışmış gibi. Hem adamın hem kızının hem atın hem de kendi açısından bize yansıtmaya çalışmış bütün olanları ve belki de filmi kendi açısından kamera açılarıyla,davranışlarıyla bitirip bize anlatmak istediğini anlatmak istiyor diyebiliriz. 


Bunun dışında filmin gerçekten güzel bir veda filmi ve baş yapıt olduğunu söylememiz gerekiyor. Tabii ki filmin içindeki başka filmlere benzeyen bölümlere bir başkasını daha eklemekten çekinmiyorum. Au Hazard Balthazar benim bloguma da yazdığım ve bu filmle çok ortak noktası olduğunu düşündüğüm bir film. Zaten iki filmi de daha önce izlediyseniz neler yazacağımı belki de cümleleri okumaya başlamadan anlayacaksınız. Au Hazard Balthazar baş rolünde bir eşek oynamakta ve bu filmin en azından yardımcı rollerinden birinde atın oynadığını söylemek yanlış olmaz kesinlikle. Aslında bence zaten filmin başında Nietzsche'nin hikayede sarıldığı atın o at olduğunu düşünüyorum ama o at olmasa da hikayede değişen bir durum olacağını düşünmüyorum. Aynı Au Hazard Balthazar'da olduğu gibi karakteri,kararlar olan ve çevresindeki bütün olayları etkileyen bir hayvan var ve bunu tek kelime etmeden yapıyor olması sinemanın bir büyüsü. Aslında filmde gelişen bütün olayların temelinde atın yemek yemeyi ve itaat etmeyi bırakması yatıyor diyebiliriz. Hatta bana kalırsa at itaat etmenin ,araba çekmenin ve anlamsız hayatını daha da anlamsız yapacağına inandığı için yapmıyor bunları. At ile birlikte başlayan bu farkındalık rüzgarı tahta kurularına ,arabacıya, kızına ve hatta gaz lambasına dahi ulaşıyor ve film büyük bir hiçliğin içinde bitiyor. Filmin bir bölümünde ben atın sinemanın dördüncü duvarını yıkıp bizim gözlerimize baktığını düşünüyorum ve bunun yönetmen tarafından kasıtlı bir şekilde ayarlandığını düşünüyorum. İnsanların gözlerimizin içine bakmasına alışkınız ama bunu yapanın bir at olması beni farklı bir şekilde etkiledi.  Filmin bitiş biçimi bence Bergman'ın Seventh Seal filmi ile de benzerlik taşıyor diyebiliriz. Seventh Seal filminde ölüm insanları buluyordu ve ikonik ölüm dansı sahnesiyle bitiyordu film. Burada da benzer bir şekilde hiçlik o evi ve evin içinde bulunduğu dünyaya egemen oluyor. Seventh Seal'deki dansa benzer bir plandan çekilmiş bir sahne daha var ve o da arabacı,kızı ve atın evden kaçma çabasını gösteren sahne. Belki de Bela Tarr bize bu sahneyle ölümün bu anlamsız hayattan bir çıkış olamayacağını çünkü aslında kaçmanın mümkün olmadığını anlatmaya çalışıyor. Ya da kimsenin bu varoluşçu sancıları yaratan fırtınadan kaçacak kadar gücü yok ve hayatın anlamsızlığının onları ele geçirmesinin tek sonuç olacağını söylüyor da olabilir. Bunların hiç biri de olabilir tabii ki :)


Film incelemesi yazmak insana yazma süreci içinde yeni çıkarımlara varabilme imkanı da sağlıyor aslında. Bu yüzden bu yazının benim için de filmi yorumlama noktasında faydalı olduğunu söyleyebilirim. Yazıyı bitirmeden şunu da söylemeliyim ki filmin direk bir mesajı olmadığı da oldukça açık ve bence böyle bir beklenti içine girmek de gereksiz. Bırakın fırtına sizi ele geçirsin ve kafanızdaki soru işaretleri çoğalsın belki izlediğiniz bu filme kendi hayatınız içerisinde farklı sonlar ekleme şansını siz bulabilirsiniz. Belli ki Bela Tarr alternatif sonunu bulamadan yönetmenlik kariyerine son vermiş. İnsanlığın asırlardır cevap vermeye zorlandığı büyük sorulara cevap bulmak hayatı sadece daha anlamsız bir hale getirecektir. Bence hayatı daha anlamlı hale getiren şey bu soruların çoğalması ve bizim de sürekli bir arayış içinde olmaya çalışmamızdır aslında. Bu blog da benim hayattaki sorularıma cevap arayışımın bir ürünüdür diyebilirim aslında. Bu nedenle yaklaşık bir tam olarak bir sene bir gün sonra yazdığım bu yazıda ve bu süreç boyunca blogumu okuduğunuz ve bana eşlik ettiğiniz için teşekkür ederim. Görüşmek üzere !

2 Mart 2017 Perşembe

The Salesman Film İncelemesi

Merhaba İran övmeyi hayatlarının bir parçası haline getirmiş dostlar. Bu yazımda size Oscar'da En İyi Yabancı Film ödülünü ve Cannes'da En İyi Senaryo ,En İyi Erkek Oyuncu ödüllerini toplamış güzide The Salesman filmini övmek istiyorum. Öncelikle İran sinemasının oldukça ilginç olduğunu söylemem gerekiyor. Türkiye'de ortalama ulusalcı bir insanın en büyük korkularından biri yakın gelecekte Türkiye'nin İran'a dönüşeceğidir. Fakat bu izlediğimiz filmlerden de görüyoruz ki İran her haliyle korkulacak bir yer değil. Bugün bu durum yalnızca sinemanın başarısı ya da spotifydan dinlediğimiz Farsça şarkılardan gelmiyor aslında. İran'daki şeriat düzenine rağmen Evrim Teorisi öğretiminde bir sakınca görmüyorlar ve eğitim sistemlerinden çıkarmaya çalışmıyorlar. Neyse konuyu çok da dağıtmadan ilk defa izlediğinde insanı "İran bu muymuş?" dedirten ve bu sene kazandığı ödülleri sonuna kadar hak eden Satıcı yani The Salesman filmini inceleyelim.


Film görsel açıdan çok tatmin edici ve araya hiç bir cut girmeden gösterilen binanın sarsılması,tahliye sahnesiyle başlıyor. Çok klişe bir yorum olacak ama çökmekte olan bina İranı ve daha geniş düşünürsek içinde yaşadığımız dünyayı temsil ediyor bence. İnsanlar içinde bulundukları dünyadan kaçmak istiyorlar çünkü duvarları çatırdayan yozlaşmış bir dünyanın içinde kimse yaşamak istemiyor. Fakat kaçabileceğimiz daha uygar bir uzaylı kolonisi olmadığına göre toplumdan soyutlanmak ,toplumun dinamiklerinden etkilenmemek pek mümkün değil. Film başladığı gibi yine aynı binada çözümleniyor. Karakterler kendi iç hesaplaşmalarını o binada gerçekleştiriyor ve film yaşlı satıcının ölümüyle sonlanıyor.


Asghar Farhadi filmde sahnelenen tiyatro oyunu Satıcının Ölümü ile filmin karakterleri arasında bağlantı kurmak istemiş. Provalar sırasında "kötü kadın" rolünün canlandırıldığını görüyoruz ve aslında Rana rolündeki kadın da farkında olmadan onlardan önce evlerinde yaşayan ve mahallede adı evine aldığı farklı erkeklerden dolayı adı çıkmış kadını canlandırıyor. Filmin sonunda ise gerçekten giysi satan "satıcı" içinde yaşadığı buhranlara dayanamayıp kalp krizinden ölüyor. Buradan çıkarabileceğimiz şeylerden biri aslında başarılı edebi eserler yaşadığımız hayattan esintiler taşımakta. Filmde tek ölen kişi yaşlı ve sapık amca değil aslında ,toplumun onlara yaşattıklarını kaldıramayan Rana ve Emad çifti de psikolojik olarak öldüler aslında filmin sonunda. Çökmekte olan evin içinde bulunan bazı filmlerden göndermeler de olduğunu düşünüyorum. Mesela en göze çarpanı Bergman'ın Skammen yani Utanç isimli filminin afişiydi. O film de yine benzer bir toplum eleştirisi yapıyor.


Benim filmde gördüğüm ve aktarılmak istenen başka bir konu ise artık insanlarda dünyanın iyiye gideceğine dair inancın yok olmuş olması. Problemlerin çözüleceğine artık o kadar da inanmıyor bu insanlar. Sansür kurulu oynadıkları tiyatro oyununa dilediği gibi sansür koyabiliyor. Çıplak olduğunu söylediği bir sahnede pardösü ile çıkmak zorunda kalıyor sanatçılar. İnsanlar sansürü kanıksamışlar. Çocuklara uygun görülmeyen kitapları kütüphaneye sokmaya uğraşmak yerine çöpe atılmasını istiyor öğretmen. Çünkü o da çaba göstermenin bir yararı olmayacağının farkında aslında. Kimsenin adalet inancı kalmamış. Evinde darp edilsen bile adli sistem o kadar yavaş ve bezdirici ki insanların acısını deşmek ve süreci uzatmak dışında başka bir işe yaramıyor. İş böyle olunca Emad tüm işi bir intikam mücadelesine dönüştürerek kendi çözmek istiyor. Bunlar da kendi içinde yozlaşmış toplumun küçük küçük belirtileri olarak karşımıza çıkıyor. Tüm bunların yanında insanlar neredeyse her filmde ve hayatın her alanında olduğu gibi suçu evin eski sahibi olan "kötü kadın"a yıkmakla meşguller. ama biz filmin sonunda anlıyoruz ki aslında bu insanların kendileri de hiç melek değiller. Evi onlara tanıtan adamın o kadınla bir ilişkisi olduğunu öğreniyoruz. Kadının arkasından sürekli konuşan insanlar evde çıkan arbedeye basit bir aile kavgasıdır diye karışmak istemiyorlar. Bu insanlar sadece pasiflikleriyle bile kötüler aslında. Filmde sürekli bir dedikodu hali var insanlarda. Film boyunca evde daha önce yaşamış kadınla tanışma fırsatımız bulunmuyor. Belki de o kadını başkalarından değil de kendisinden dinlesek çok başka bir sonuca varacağız aslında.


Filmi çok başarılı yapan unsurlardan biri ise gizemi sürekli koruması ve sürdürmesi. Film bizi sürekli bir şekilde yönlendirip ters köşe yapıyor. Bizim film içinde yaptığımız yargıların bir çoğu boşa çıkıyor. Aslında burada gerçek kavramıyla ilgili de bir analiz yapılabilir. Holywood yapımlarında mutlak doğru ve yanlışları görüyoruz genelde. Zaten neyin gerçek olduğu felsefede bile büyük bir tartışma aslında. Bilimsel bilginin en gerçek şey olduğunu iddia edebilirsiniz ama yeni bir bilimsel keşif yüzyıllarca doğruluğuna inandığınız bütün bilgileri değiştirebilir aslında. Bu doğrultuda eski ev sahibine yapılan ithaflar o kadını tanıdığımız anda değişebilir aslında. Bu noktada güvenebileceğimiz tek şey aslında kendi düşüncelerimiz. Filmde bir çok bilginin kişiler tarafından saklandığını görüyoruz. Bu da gerçek hikayeyi bulmamıza giden yolculukta hep önümüze zorluk çıkarıyor aslında. Bu durum aynı zamanda karakterlerin çok yönlü insanlar olduğu vurgusunu da çok güçlü bir şekilde yapıyor. Açığa yeni çıkan bilgiler sürekli bizi hayretler içinde bırakıyor. Tüm filmi bir bulmacayı çözer gibi izliyoruz aslında ve böylelikle filmden kopmak mümkün olmuyor. Asghar Fahradi'nin About Elly, A Separation ve Fireworks Wednesday benzer dinamiklerle izleyiciyi uyanık tutuyor aslında. Fakat bence A Separation ve The Salesman senaryonun bütünlüğü açısından biraz daha öne çıkıyor. Bu filmlerin hepsi aslında bize insanın farklı yüzlerini göstermekte çok etkili gerçekten.


Kısacası Asghar Fahradi oldukça güzel bir filme imzasını atmış bence. Senaryosu ,oyuncusu ve güzel kurgusu sayesinde başarılı bir bütün diyebiliriz. Toni Erdmann bazı gereksiz olduğu düşünülen sahneler yüzünden çok eleştirilmişti ama bence The Salesman bu yönden çok daha iyi bir film olduğu için ve belki de Asghar Fahradi yakın zamanda Trump yüzünden Amerika'ya giremediği için en iyi yabancı film ödülüne sahip oldu. Ben bu yazıdan sonra bir süre İran övmeyi "abi daha yeni övdüm" diyerek reddedeceğim ama siz övmeye devam edin. Filmde çalan ve benim çok sevdiğim bir şarkıyla size veda ediyorum. Altyazıdan şarkının güzel sözlerini okumayı ihmal etmeyin. Ali Azmi-Prelude