Lars von Trier'in ne kadar aykırı bir insan olduğunu onun röportajlarını veya filmlerini izlediyseniz fark etmişsinizdir. Her yönetmen başka esinlendiği ,ilham aldığı yönetmenler olsa dahi filmlerine kendi kişisel dokunuşlarını yaparlar. Lars von Trier'in filmlerinde dolayısıyla Nymphomaniac(Bu andan itibaren vol.1 demeyi bırakıyorum.) filminde gördüğümüz en temel dokunuş Dogma 95 akımından Lars von Trier'e miras kalan el kamerasıdır. Filmde ekranın sallanmasından bolca el kamerası kullandığını görüyoruz. Bunun dışında özellikle filmin başında gördüğümüz ve film boyunca ara ara gözüken kar yağışının çok hoş bir şekilde bizlere yansıtıldığını düşünüyorum. Benzer görüntüleri diğer filmlerinde de görmek mümkün. Kadın yaşadığı anıları anlatırken bazen bütün renkler siyah beyaz olurken bazen ise ekranda küçülme görüyoruz. Bu iki seçimin sahnelerin aktardığı duygularla paralellik gösterdiğini düşünüyorum. Siyah beyaz sahneler gerçekten Joe'nun yaşadığı belki de en üzgün hatıraları gösteriyor bize. Lars von Trier Nymphomaniac'ta yer yer müzik kullanmış ama bence müzikler hikaye ve diyaloglarla paralellik gösteriyor. Filmin aslında diyaloglar üzerinden yürüdüğünü söylememiz gerekiyor. Bu nedenle aslında müzikler destekleyici bir konumda bulunuyor. Lars bir yandan gerek anlattığı hikayeyle gerekse filmin sonunda ve başında çaldığı Rammstein şarkısıyla bizi rahatsız etmeye da çalışıyor aslında. Bu filmin bu kadar çok yerde sansürlenmesinin sebebi insanların tabularına, beyinlerine saldırıyor olmasından kaynaklanıyor.
Lars'ın filmleri Nuri Bilge Ceylan filmleri kadar olmasa da diyalog üzerine kurulu diyebiliriz. Bunun yanında günümüz akıcı filmlerine bir nebze daha yakın olduğu için Lars von Trier'in filmleri kolayca izlenebilecek ama derinlikli filmler arasında yer alıyor. Nymphomaniac'ta üzerine konuşlacak konulardan belki ilki aşktır. Filmde Joe arkadaşlarıyla aşka karşı mücadele verdiğinden bahsediyor. Bunun yanında aşksız yaşayabileceklerini ve insanlara bağlanmadan seks bağımlıları olarak yaşamayı becerebileceklerini ,bunu doğru olduğunu düşünüyorlar. Ben bu noktada Suç ve Ceza'daki Raskolnikov ile Joe arasında paralellikler görmeye başlıyorum. Joe anılarını anlatırken bir yandan yaptığı hareketleri meşru gösterecek açıklamalar da yapıyor. Her ne kadar düşündüğü şeylerden dolayı mutsuz olsa dahi argümanlarını desteklemekten geri kalmıyor. Joe inandığı değerler üzerine kurmaya çalışıyor hayatını fakat bu durumdan iyi etkilendiğini söyleyemeyiz. Doğru olduğunu düşündüğü şeyler onu yavaşça terk etmeye sonuç vermemeye başlıyor. Bu öyle bir durum ki aynı düşünceleri paylaştığı Joe'nun en yakın arkadaşı bile seksi daha iyi yapan şeyin aşk olduğunu söylemesine yol açıyor. Bu eksende Joe arayışlarına başlıyor. Kendine Bach'ın çok melodili eserleri gibi bir seks hayatı yaratıp mükemmel armoni içinde bir sonuç bekliyor fakat bunun bir sonuç vermediğini görüyoruz. Burada Joe'nun teorisinin çöküşüne şahit oluyoruz. Joe bunun hastalık benzeri bir durum olduğunu düşünüyor olmalı. Düşüncelerinin başarısızlığı onu sadece sorular içinde bırakıyor. Biz film sırasında Joe ile empati kurduğumuz için filmin müthiş ve vurucu sonu bizi de sorularla baş başa bırakıyor:"Peki ya şimdi ne olacak?" Lars'ın filmlerinde etkileyici bitirişler yaptığını ve özellikle Dancer in the Dark filminde benzer duygular hissettiğimi söylemeliyim.
Peki bu "zararlı" aşk üzerine biraz düşünelim. Aşkın ne olduğunu tanımlayamasak bile kişinin karar verme mekanizmasını,rasyonelliğini zedelediğini söyleyebiliriz. Aşık kişi hayatın gerçeklerinden kendini soyutlamayı başarabilmiş kişidir. Bu durumda onun aşık olduğu,sevdiği kişi için normalde almayacağı kararlar almasını ,yapmayacağı hareketleri yapmasını sağlıyor. Genelde insanlar bu aşklarından zarar gördükleri ve "gerçek dünyaya" geri döndükleri zaman yoğurdu üfleyerek yemeye başlarlar ve aşk denen duygunun aslında uydurma olduğunu öne sürerler. Bu tarz görüşlerin insanlarda yaşları ilerleyip ,sorumluluklarının artmaya başladığı zamanlarda artmaya başladığını görüyoruz. Filmde geçen bir söz vardı: " Yumurta kırmadan omlet yapamazsın." Bence aşktan yara almış kişilerin artık aşktan kaçar bir duruma geçmelerinin sebebi yumurta kırmaktan ,büyük hatalar yapmaktan korkmaları ve artık bu yüzden omlet yapmak istememeleridir. Fakat hayatı daha güvenli bir şekilde yaşamanın bize getireceği kümülatif anlam olduğunu düşünmeyen ve sonuçlardan çok anın ,sürecin önemli olduğunu düşünen biri olarak, aşkın bizi bu materyalist dünyadan metafiziksel dünyaya taşıma becerisi olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden aslında aşk insanları yaralasa da hayata metafiziksel ,duygusal açılardan bakmamızı sağladığı için çok değerli bana kalırsa. Sürekli mantığına göre karar verip buna göre hayatını organize eden kişinin hayatının rutine bağlaması ve sıkıcılığa bağlaması içten bile değil. Bu yüzden her ne kadar zarar veriyor da olsa eğer aşk insanları bu kadar mutlu etmeseydi üç filmden ikisinin konusu aşk olmazdı. Bu eksende aşka karşı savaş açmak mantıklı ama yararsızdır ve genelde boşadır. Tabii insana yaşadığını hissettiren tek duygu aşk değildir. Hala insanlar hayatın anlamını sanat ve din gibi mecralarda arıyor olsa bu durum aşkın hayatımızda çok önemli bir rol oynadığı gerçeğini değiştirmez.
Filmde kadın ve cinsellik üzerinden genel anlatılar da var aslında. Öncelikle Joe cinselliğinin gücünün farkına varıyor. Joe bu gücü özgürce kullanıyor ve kendini hiç bir baskı altında hissetmiyor. İstediği adamları çok az bir uğraşla elde edebildiğini görebiliyoruz. Bu konuda erkeklerin kendi libidolarını baskılamakta ne kadar güçsüz olduklarını görüyoruz. Belki de aslında erkeklerin psikolojik olarak kadınlara kıyasla daha zayıf olduğunu göstermeye çalışıyor Lars von Trier bize filminde. Zaten kadınlara karşı işlenen suçların azımsanamayacak bölümünü erkeğin kontrol edemediği cinselliğini tecavüze ,şiddete kanalize etmesi oluşturuyor. Bunun yanında aynı cinsel dürtüler hiç bir şekilde kalifiye olmadan kadın olarak işe girmenizi de sağlıyor. Bu noktada aslında Joe cinselliği ön planda tuttuğu için "cinsel obje" gibi görülmenin önüne geçemese de erkeklerin aslında güçsüz taraflarını yüzümüze vurduğunu görüyoruz. Film boyunca çevresindeki erkekleri dilediği gibi yönetebilen bir kadın görüyoruz aslında. Bu açıdan da her ne kadar psikolojik olarak iyi bir durumda olmasa da eril düzenin içinde cinselliğini özgürce yaşayabilen güçlü bir kadın görüyoruz.
Filmde üzerine konuşulan diğer bir konu ise yalnızlık. Joe o kadar çok adamla birlikte olmasına rağmen hayatı boyunca yalnız olduğunu hissetmiş. Bu yalnızlığı ise küçük yaşlarda geçireceği operasyon öncesinde fark etmeye başlamıştır. İnsanlar bebeklikten ,erişkinliğe geçen sürede olgunlaşırlar.Bu süreç sırsında çevrelerini ve kendilerini daha iyi tanımaya başlarlar. Bebeklikten ,erişkinliğe olan bu süreçte insanın dışarıyla olan zoraki ihtiyaçları azalırken , kendine iç sesine yaklaşır ve düşüncelerini şekillendirir. İçinde bulunduğu vücudu kontrol etmeyi ,düşünmeyi öğrenir. Yani en temelinde bu olgunlaşma sürecinde insan bir birey halini almaya başlar ve bu yalnızlığa giden ilk adımdır bana kalırsa. İnsan bireyselleştikçe doğumundan sonra içinde bulunduğu aile kurumu da soyutlaşmaya başlıyor. Burada sosyal canlılar olarak kendimize toplumdaki diğer bireylerle sosyalleşmeye başlıyoruz. Bu sosyalleşme eylemini yalnızlığımızı yok edecek bir boyuta çıkarmamız mümkün değil. Karşımızda biriyle konuşuyor bile olsak onun asla duyamayacağı bir iç sese sahibiz en temelde. Kendimizle kurduğumuz bağ dışındaki bütün bağlar yapaydır aslında. Bu yüzden sosyalleşme davranışı yalnızlığımızı asla bitiremez. Bizim burada yapmamız gereken şey hayatımızı ne yalnızlık üzerine ne de başka insanların varlığı üzerine kurmaktır. Joe filmde bu yalnızlığını bir çok adamla yatmasına rağmen gidermeyi başaramamıştır. Eğer çok adamla yatmak yerine , çok adamla Daha önce de belirttiğim gibi belki de aşk bizi hayatın bu gerçekçi kısmından alıp yalnız olmadığımıza ikna edebilecek yegane bir duygu olduğu için güzel aslında.
"Berkay ne yaptın?Filmde böyle şeyler anlatılmıyor sanki?!" dediğinizi hisseder gibiyim ama bence zaten filmler bizi dürten araçlardır diyebiliriz. Zaten sanat eseri aslında az anlatan ,çok düşündürendir diyebiliriz. Mesela sırf bu yüzden sözsüz müzik ,sözlü müziğe göre çok daha fazla şey anlatabilme kapasitesine sahiptir aslında. Bu yüzden Lars von Trier'in aynı zamanda hem yönetmenliğini ve senaristliğini yaptığı Nymphomaniac filmlerinden ilkinin bende çağrıştırdığı ,canlandırdığı şeyleri size aktarmak istedim. Esen kalın :)
Filmde üzerine konuşulan diğer bir konu ise yalnızlık. Joe o kadar çok adamla birlikte olmasına rağmen hayatı boyunca yalnız olduğunu hissetmiş. Bu yalnızlığı ise küçük yaşlarda geçireceği operasyon öncesinde fark etmeye başlamıştır. İnsanlar bebeklikten ,erişkinliğe geçen sürede olgunlaşırlar.Bu süreç sırsında çevrelerini ve kendilerini daha iyi tanımaya başlarlar. Bebeklikten ,erişkinliğe olan bu süreçte insanın dışarıyla olan zoraki ihtiyaçları azalırken , kendine iç sesine yaklaşır ve düşüncelerini şekillendirir. İçinde bulunduğu vücudu kontrol etmeyi ,düşünmeyi öğrenir. Yani en temelinde bu olgunlaşma sürecinde insan bir birey halini almaya başlar ve bu yalnızlığa giden ilk adımdır bana kalırsa. İnsan bireyselleştikçe doğumundan sonra içinde bulunduğu aile kurumu da soyutlaşmaya başlıyor. Burada sosyal canlılar olarak kendimize toplumdaki diğer bireylerle sosyalleşmeye başlıyoruz. Bu sosyalleşme eylemini yalnızlığımızı yok edecek bir boyuta çıkarmamız mümkün değil. Karşımızda biriyle konuşuyor bile olsak onun asla duyamayacağı bir iç sese sahibiz en temelde. Kendimizle kurduğumuz bağ dışındaki bütün bağlar yapaydır aslında. Bu yüzden sosyalleşme davranışı yalnızlığımızı asla bitiremez. Bizim burada yapmamız gereken şey hayatımızı ne yalnızlık üzerine ne de başka insanların varlığı üzerine kurmaktır. Joe filmde bu yalnızlığını bir çok adamla yatmasına rağmen gidermeyi başaramamıştır. Eğer çok adamla yatmak yerine , çok adamla Daha önce de belirttiğim gibi belki de aşk bizi hayatın bu gerçekçi kısmından alıp yalnız olmadığımıza ikna edebilecek yegane bir duygu olduğu için güzel aslında.
"Berkay ne yaptın?Filmde böyle şeyler anlatılmıyor sanki?!" dediğinizi hisseder gibiyim ama bence zaten filmler bizi dürten araçlardır diyebiliriz. Zaten sanat eseri aslında az anlatan ,çok düşündürendir diyebiliriz. Mesela sırf bu yüzden sözsüz müzik ,sözlü müziğe göre çok daha fazla şey anlatabilme kapasitesine sahiptir aslında. Bu yüzden Lars von Trier'in aynı zamanda hem yönetmenliğini ve senaristliğini yaptığı Nymphomaniac filmlerinden ilkinin bende çağrıştırdığı ,canlandırdığı şeyleri size aktarmak istedim. Esen kalın :)